AKP'nin bahsettiği büyük oyun ve milli iradeye saygı



Taksim Gezi Parkı ile başlayan ve tüm Türkiye’ye yayılan olaylar üçüncü haftasını tamamlamak üzere iken Başbakan ve AKP lideri RT Erdoğan bu halk hareketinin arkasındaki güçleri kastederek “Büyük Oyunu Bozma ve Milli İradeye Saygı” sloganı ile mitingler düzenlemeye başladı. Garip olan Erdoğan’a karşı harekete geçen insanların tam da bu büyük oyunu bozmak ve milli iradeye saygı için haftalardır sokakta olmaları idi. Taksim’deki gençler halkın en az %50’sini temsil etmektedir ama hükümet ve siyasi partinin emrinde gibi davranan polis teşkilatı bu insanları marjinal gruplar gibi göstermek, halkın gözünden düşürmek için olağanüstü gayretlerine rağmen sonuç alamadılar. Hükümet tarafı bu gençlerin arkasındaki büyük oyunu ispatlamak için elle tutulur kanıtları paylaşmak yerine, çok başarılı (!) icraatlarının ve Türkiye’nin büyümesinin diğer ülkeler tarafından kıskanıldığını iddia etmeyi tercih etti. Türkiye Cumhuriyeti tarihine kısaca gözattığımızda, beş siyasi döneme ayrıldığını görebiliriz. ; (1)Cumhuriyetin ilanı ile başlayıp 1950’lere kadar devam eden Türkiye’nin bağlantısız duruşu ve laik duruşun tavizsiz bir şekilde korunması. (2) 1950’lerde başlayan ana ekseninde ABD-Türkiye ittifakının olduğu Soğuk Savaş dönemi; bu dönemde sağ-sol çatışması zirve yaparken, İslamcılık ve bölücülüğün uyanışı. (3) 12 Eylül 1980 darbesi ile dinci akımların önünün açılması, komünizme karşı ‘İslam Kalkanı’ hazırlanması. (4) Soğuk Savaş sonrası Türkiye’nin AB üyelik sürecinde yaptığı reformlar ile ulus-devlet dokusu ve güvenlik kurgusunun bozulması. (5) 2000’li yıllarla birlikte ABD menşeli ılımlı İslam projesinin Gülen hareketi ve AKP hükümeti ile Türkiye’de hayata geçirilmesi. Şimdi gerçekte büyük oyunun ne olduğunun, milli iradeye kimin saygı göstermediğinin ve büyüyen Türkiye ile neyin anlatılmak istendiğinin analizini yapalım.

Büyük Oyun; Padişahlık Karşılığı Batı Taşeronluğu
Türkiye’de İslamcılığın yayılması ve ılımlı İslam modelinin Gülen hareketi ve AKP vasıtası ile Türkiye’de denenmesinin kökleri, 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar geri giden ABD’nin Türkiye ile ilgili dönüşüm projesinin sonucudur. Bu dönüşümde, ABD ve Avrupa Birliği işbirliği yapmaktadır. Ilımlı İslam, Müslüman dünyayı bölmek, Batı düşmanlığını yok etmek, radikal İslam’ı yalnızlaştırmak ve ezmek için uydurulmuştur . Amaç, “başkaldıran İslam’a karşı bastırılmış İslam” yaratmaktı. Bu proje daha sonra ABD’li muhafazakârların (neo-con’lar) elinde “Genişletilmiş Orta Doğu Projesi”ne temel teşkil etti. 20 yıl CIA’nın Orta Doğu sorumluluğunu üstlenen, Türkiye uzmanı Graham Fuller, Türkiye’ye ılımlı İslam modelinin dayatılması ve Bağımsız Kürdistan projelerinin mimarıdır. Fuller, Türkiye’nin dönüştürülmesinde emrine verilen yan unsurları iyi kullandı ve Fethullah Gülen’i payanda yaptı, onu Amerika’ya tanıttı ve Amerikan çıkarları için işbirliği yaptı . Gülen, 1967 yılında tanıştığı Graham Fuller ve CIA ile işbirliğini zirveye taşıdı. ABD’nin Gülen ile ilişkisi, Komünizmle Mücadele Derneği’nin (KMD) kurulması ile başlamıştı . CIA, 1989’dan itibaren Gülen ile Türkiye’deki laik yönetimi ılımlı İslam’a dönüştürme çabalarını desteklemeye başladı. CIA, Gülen hareketinin Orta Asya Müslümanlarını birleştirme ve böylelikle bu ülkelerin doğal kaynaklarının kontrolünü sözde onların ‘iyilikleri’ için alma konusunda başarılı olacağı inancını besliyordu. Ancak, 1990’larda, Türk yetkililer Gülen’in niyetini anlayınca Gülen ülkeden kaçtı ve ‘din görevlisi’ olarak özel bir göçmenlik statüsü edindiği ABD’ye taşındı. Nitekim sonraları diğer ülkeler de Gülen tehlikesinin farkına vardılar ve Gülen hareketi Rusya ve Özbekistan’da yasaklandı. Hollanda bile, yakın gelecekte toplumsal düzene tehdit oluşturabileceği gerekçesiyle, Gülen medreselerine yardımı kesme kararı aldı.

2003 yılında sadece Türkiye’de değil, Fas ve Cezayir’de de AKP’ler seçimleri kazandı. CFR’ın kurduğu AKP ve CIA uzantısı Gülen cemaati, aynı zamanda ABD politikalarını ülkeye ve yakın coğrafyalara taşıyan iki ayrı kaynaktır. Daha 1990’larda Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanlığı döneminde kurulan ilişkiler, sonraki dönemde Cüneyd Zapsu vasıtası ile Amerika’da Paul Wolfowitz ve Richard Perle’nin villalarında yapılan gizli görüşmeler sürecinde AKP kuruldu . Abdullah Gül Refah-Yol koalisyon hükümetinde Devlet Bakanı iken 26 Şubat 1997 tarihinde New York’ta CFR toplantısına gitmiş burada siyasal ve bilimsel toplantılardan farklı olarak tüm CFR üyelerine açık olmayan yuvarlak masa toplantısına katılmıştı . Türkiye’de 3 Kasım 2002 seçimlerinin tarihi bile belli değilken, Ocak 2002’de Recep Tayyip Erdoğan hiçbir resmi sıfatı olmadığı halde Washington’a gitti. Burada önce Yahudi sermayesinin etkin olduğu CSIS adlı düşünce kuruluşunda bir konuşma yaptı. Daha sonra Türkiye uzmanı eski CIA yetkilisi Graham Fuller, eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz, Refahyol koalisyonunun kurulmasında rol alan Henry Barkey gibi isimlerle bir araya geldi. Son olarak Amerikan Jewish Congress yetkilileri ile görüş alışverişinde bulundu . Diğer partiler ya da gruplar dini siyasete alet ederken AKP doğrudan İslamcı bir kökene ve dokuya sahipti. Ilımlı İslam projesinde ABD için sadece AKP, İslamcı siyasi bir parti olarak yeterli değildi. İslami bir kanaat önderi ya da etkili bir tarikat liderinin de katkısı ve desteği ile teolojik bir gerekçe zorunlu idi. Bu isim, geniş bir örgütsel ağa, mali ve yaygın bir erişim alanına sahip olan Fethullah Gülen idi. Kısaca, Gülen, ABD’nin “ılımlı İslam” projesinin teolojik ve felsefi arka planını oluşturmaya soyunmuş gönüllü bir tarikat lideri idi.

1990-2001 arası politikacılar ve sermayenin kirli ilişkiler içine girmesi, sistemi bir meşruiyet ve işlerlik krizine sokmuştu. AB süreci, tam bu sırada, toplumun önüne yeniden konmuş ve Türkiye’de sermaye ve medya tekelini elinde tutanların işe aldığı İkinci Cumhuriyetçi post-modernler Avrupa Birliği’nin içimizdeki manipülasyoncu yeni kadrosunu oluşturmuştur. AB tarafından istenilen Yarı Çevre konumunu ve ABD tarafından empoze edilen "client state (tüketici toplumu devleti)" görevini üstlenen bu kadro; ülkenin laik düzenini kökünden değiştirmek isteyen İslamcı proje ile birlikte işbirliği yapmaya başlamıştır. AKP’nin iktidara getirilmesi, hem ulusal pazarın nihai paylaşımının tamamlanması, hem de ABD’nin Orta Doğu‘da girişeceği yeni maceralara ses çıkarmayacak bir "client state"in oluşturulması yönünde atılmış bir adım oldu. 1995 yılında başlayan Fethullahçı kesimin iktidarı ele geçirme mücadelesi, 2002 yılında AKP’nin iktidara gelmesi ile yeni bir safhaya girdi. AKP-Cemaat koalisyonu Cumhuriyet rejimini yozlaştırma ve tasfiye etmekte oldukça yol almıştır. Gülen'in kaçtığı ABD'den "Ulusalcı dalga aşılacaktır" sözlerinin ardından, Emniyet, Adliye ve MİT içinde yuvalanan F tipi yapılanma tarafından Ergenekon adı verilen operasyonlar ile "yurtsever" avı başlatıldı . Ergenekon soruşturması yolu ile AKP-Cemaat koalisyonu rakiplerini ya tasfiye ederek ya da sindirerek bütün iktidara el koydu. Bunun için dışarıdan yönlendirilen kanallar ile polis yargı, üniversiteler ve TSK’ya örtülü operasyonlar yaptı . Eylül 2010 referandumu ile Anayasa’nın değiştirilmesi yeni hukuk düzeninin kurulması yani devlete hakim olmak demekti. Türkiye, yeni bir Anayasa ile birlikte, başkanlık sistemi altında bir İslam devletine dönüştürülmektedir.

Türkiye’ye karşı yürütülen “büyük oyun” bir dönüşüm projesidir. Dönüşüm ülke içi dinamiklerin baskı altına alınarak AKP iktidarının kalıcı hale getirilmesi karşılığında, Türkiye’ye Kürdistan dayatması (federalleşme) ve Büyük Orta Doğu’nun şekillendirilmesinde Türkiye’ye biçilen rolleri kapsamaktaydı. Terörle mücadelede, müzakere (diyalog) sürecine girilmesi bu rollerin bir parçasıdır. Siyasal İslam, bir yandan ülkede yozlaşmaya yol açan sürece liderlik ederken, önce, 2002-2007 arasında, laik güçlerin iktisadi temelleri darmadağın edildi. Bürokrasiden sonra sermaye ve medya, tamamen İslamcı güçlerin emrine girdi. Askerlerin stratejik olarak nitelendirdiği ve özelleştirmesine karşı çıktığı iletişim, enerji ve ulaştırma sektörlerinde özelleştirme büyük ölçüde tamamlandı. ABD, İslamcı iktidarı Irak’taki Kürtler ile ittifaka ikna ederken, askerlere karşı Ergenekon kurgusunda işbirliği yapıldı. 2011 yılında Kuzey Afrika’dan başlayarak hayata geçirilen Büyük Orta Doğu Projesi’nin Obama döneminde pek çok kafa karışıklığı ile birlikte Türkiye merkezli olarak revize edilmiş bir versiyonu oynanmaktadır. ABD, Türkiye’nin de dâhil olduğu bu coğrafyada güç merkezleri ve direnç noktalarını yok etme sürecindedir. Rejim değişiklikleri yanında başta Irak, Türkiye ve İran olmak üzere harita değişikliklerine sıra gelmektedir. Bu nedenle 2008 yılından beri ‘entegrasyon’ lafı telaffuz edilmektedir. Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun Mezopotamya Vizyonu aslında BOP’un bir alt projesi, Batının ‘Kürdistan’ isteğinin kılıfıdır. Zaten ılımlı İslam düşüncesinden kasıt, ülkemizin ve devletimizin yavaş yavaş elimizden alınması, halkın tepkisini çekmeden ülkenin işgal edilmesidir. Bu süreçte hem Orta Doğu ile birlikte Türkiye’nin çözülmesi, hem de Kur’anı yeniden yazılması istenmektedir. Siyasal İslam’ı temsil eden iktidar partisi AKP’nin en önemli projelerinden diğeri, dinlerarası diyalog hareketi’dir . Diyalogcu tarikat, cemaatleşerek ve Batılı güçlerle işbirliği yaparak, kendi amaçlarını gerçekleştirme yolunu seçmiştir . Bu proje İbrahimi dinleri birleştirme, Yahudilik ve Hıristiyanlık ile uyumlu bir İslam anlayışı geliştirme, böylece dış dinamiklerin kontrol ve dönüştürme projesidir .

Milli İradeye Saygı; Halk Düşmanlığında Sınırsızlık
İktidarların gücünün nihai olarak iki kaynağı vardır; Yasama ve Kolluk kuvvetleri. Bu ikisinin meşruiyetini sağlaması ise ancak, kamu vicdanı yani kamunun yasalara rıza göstermesi ile mümkündür. Aksi takdirde önce pasif ve sonra şiddeti gittikçe artan halk direnişi başlar. Hangi kanunu yaparsanız yapın, kolluk güçleriniz ne kadar zalim olursa olsun halkın rızası olmayınca kaos bitmez ve sonunda meşruiyetinizi kaybederseniz. Çünkü meşru olmayan güç kaos getirir; gücü olmayan meşruiyet ise alaşağı edilir. Arap hareketlerinde olan da bugün Türkiye’de yaşananlar da aynı süreçtir. Tıpkı Başbakan’ın Suriye’deki yönetimi halkına baskı uyguladığı için meşruiyetini yitirdiği suçlaması gibi bu hükümetin de sonu gelmektedir. Adaletsiz seçim sistemi ve iktidarın seçimleri yönlendirdiği şüphesi ile bu hükümetten kurtulma umudunu yitiren halk çareyi meydanlarda aramaktadır. Büyük şehirlerde başlayan gösteriler ve diğer aktif eylemler (korna çalma, tencerelere vurma gibi) ile başlayan bu süreç daha büyük toplu halk hareketlerine gebedir. Bu halkın anayasal gösteri hakları engellenir, haber alma imkânları kısıtlanırsa legal yolların tıkandığını düşünenler, illegal yollara sevk edilmiş olur. 1970’lerde pek çok terör örgütünün ortaya çıkış nedeni legal yollardan haklarını savunma imkânı bulamamaları idi. Türkiye, böyle bir tehlikeli dönemece gelmektedir. Halkın beklentilerini karşılayamayan hükümet ya gidecek ya da bir iç savaşa neden olacaktır. Kim sahiplenmeye kalkarsa kalksın bugün Türkiye’de yaşanmakta olan geniş bir halk hareketidir ve bu hareket sıradan bir kalkışmanın ötesinde bir dip dalgasının dışa vurumudur.

Milli egemenliğin temeli bir partinin aldığı oy oranına göre her istediğini yapabilmesi değil, Anayasa’da öngörülen yasama, yürütme ve yargı yani ‘kuvvetler dengesi’ içinde sorumluluğunu yerine getirmesi, gerektiğinde hesap vermesidir. Bu direnişin arkasında büyük halk kitlelerinin iradesinin göz ardı edilmesi kadar, milli egemenliğin son on yılda parti hatta birkaç kişinin diktatörlüğüne dönüştürülmesi ve nihayet Cumhuriyet ilkelerinin tasfiyesine karşı çıkan bir halk uyanışı vardır. 2008 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından ‘AKP’nin irticai faaliyetlerin odağı haline geldiği’ tespit edilmiştir. Sahte darbe paranoyası ile kendini mağdur sınıfına sokan Siyasal İslam, ülkedeki en zalim otoriteyi kurdu. Böylece irtica gündemden düşürüldü ve devlet zırhına büründü. Milli egemenliği parti egemenliği sanarak, %51’i küçümsedi, yok saydı. Seçim hilelerinin üstü kapatıldı . Kendinden olmayan herkesi fişledi, baskı altına aldı ve tehlikeli gördüklerini sahte kanıtlarla Silivri’ye topladı. Kamu vicdanını dikkate almadı. Onun en önemli manevi değerlerine hakarete varan sözler sarf etti. ABD ve AB ile işbirliği yapacağım diye ülke çıkarlarını hiçe saydı. Batıyı ve İsrail’i koruyacak bizi kalkan yapacak füze savunma sistemini ülkeye soktu. ABD çıkarları için Irak’ın kuzeyinde Kürt devleti kurulmasına, Kandil’in palazlanmasına, Türkmenlerin asimile olmasına, Kerkük ve Musul’un kaybedilmesine göz yumdu. ABD istiyor diye Anayasa üzerinden Türkiye’yi bölmek için Kürtçüler ile görüşmeler yaparken halkı Akil (!) Adamlar ile kandıracağını sandı. Başkanlık sistemi ile ülkeyi değil, kendini düşündüğünü gösterdi. Üniversiteler ve eğitim sistemi cemaatin adamları ile doldu. Atatürk’ün izleri bir bir kaldırıldı. Milli bayramlar başta olmak üzere Cumhuriyetimizin değerleri yok edilmeye ya da unutturulmaya çalışıldı. Türkiye’nin gündemini karartıldı, vergi ve ihale tehdidi ya da TMSF yolu ile medya çok büyük ölçüde dönüştürüldü.

1945 tarihli BM Şartnamesi’nin ruhu üç temel unsura dayanmaktadır; milli egemenliğe saygı, toprak bütünlüğünü tehdit etmeme ve iç işlerine müdahale etmeme. AKP, Suriye’deki muhalefeti örgütleyerek, Özgür Suriye Ordusunu kurarak, halen olduğu gibi lojistik destek sağlayarak ve sık sık bir ülke liderini teslim olmaya çağırarak hem uluslararası hem de ulusal hukuk bakımından suç işlemeye devam etmektedir. Ulusal hukuk kapsamında ise CMK Md. 306’a göre başka bir ülkeye ayaklanma için silahlı örgüt göndermek suç olduğu halde yargı susmuştur. Hükümetin sokak siyaseti pratiği, ülkemizi terör örgütleri ile içli dışlı hale getirmiş, ülkenin namusu olan sınırlarımız yolgeçen hanına dönmüştür. Milli iradeye saygıdan bahseden hükümet, Suriye’de bunun zerresine saygı göstermemektedir . Suriye’ye demokrasi getirmeye çalışan Türkiye’nin demokrasi karnesinde %10 barajlı seçimler ile sindirilmiş yargı, askerler, medya ve hatta partiler vardır. ABD ve AB’nin AKP iktidarına olan desteğinin arkasında; ılımlı İslam projesi, Kürt ve Kıbrıs politikalarında Batı çıkarları doğrultusunda açılımlar yanında küresel sermayenin beklentilerine uygun şekilde ekonomide istikrar, özelleştirmelerin devam etmesi, sıcak para politikasında süreklilik beklentisi vardı . Uygulanan vahşi kapitalizm ile Türkiye, işsizler cenneti bir tüketim toplumu haline getirildi. Ülke ekonomisi montaj sanayiine döndü. Türkiye'de son yıllarda Osmanlı mirasının yeniden 'keşfedilmesi' ve yeni-Osmanlıcı denilen bir fikir akımının oluşmaya başlaması, Türkiye kapitalizminin ulaştığı gelişme düzeyi ve uluslararası yayılımıyla yakından ilişkilidir.

Tür¬kiye burjuvazisi, ABD ve AB ile olan tarihi bağlarına dayanmak suretiyle, bir 'böl¬ge gücü' olmak için uğraşmaktadır. Türkiye’ye anlatılan “büyük güç” masalı budur. Bu elbette bağımsız bir güç odağı olma an¬lamına gelmemekte, daha ziyade bağımlı ya da 'taşeron tarzı' denilebilecek bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Türkiye'de son birkaç yıldır şiddetlenen ve TSK, hükümet, yargı, medya gibi unsurların içinde yer aldığı karmaşık mücadeleler, basitçe laik-lslamcı çekişmesinin çok ötesinde, uluslararasılaşan sermaye birikimi ve bunun beraberinde getirdiği yapısal dönüşüm ihtiyacı çerçevesinde anlamlandırılabilir. Kuşkusuz, Türkiye kökenli sermayenin dışa açılması ve Türkiye'nin bir 'bölge gücü' olması gibi gelişmeler, ülke güvenliği açısından pek 'hayra ala¬met' değildir. Türk halkına “büyüyen Türkiye” yalanı söylenmektedir. Hükümete göre, Yeni Osmanlıcılık politikası Türkiye’nin şahlanması anlamına gelmektedir . Yeni-Osmanlıcı yaklaşım, Türk Devleti’nin laik yapısına iki şekilde tehlike oluşturmaktadır. Köktendinci vizyonu ile dış politikamızın temel ilkeleri sarsılmakta, öte yandan toplumdaki etnik ve dini farklılıkları siyasete entegre edilerek ülke bütünlüğü gün geçtikçe tehlikeye düşmektedir. Osmanlıcı yaklaşım, günümüzde İslamcı hedeflerle iç içe geçmiştir. İslamcılara önerilen Orta Doğu konfederasyonu içindeki Ilımlı İslam devleti federasyonu, sözde eski Osmanlıyı canlandıracak ve liderlik edecektir. Böylece, ılımlı İslam devleti yanında; Türkiye’nin İslam dünyasına liderlik etme hayali yani padişahlık rüyası da gerçekleşecektir. Ancak, unutulan bunun bir ABD projesi olduğu, Orta Doğu’da kartlar yeniden dağıtıldığında ortada artık bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kalmayacağıdır.

Diğer bir yalan ise ekonomi ile ilgilidir. Türkiye’nin IMF’ye borcunun bittiği yaygarası Türkiye’nin küresel sermayeden ve borç tuzağından kurtulduğu anlamına gelmemektedir. Türkiye’nin tek borcu IMF’e değildir. 2002-2012 döneminde Türkiye’nin dış borcu 22 milyar dolardan 7.7 milyar dolara gerilerken, kamunun dış borcu %598.8 yani 38.6 milyar dolar artmış, özel sektörün dış borcu ise %425 artarak 183 milyar dolarlık rekor bir artış kaydetmiştir. Bu dönemde özel sektör dışarıdan, devlet ise özel sektörden borçlanmıştır. Taksim Gezi Parkı’ndaki paylaşım, İstanbul’un rant pazarı haline gelmesinin bir yansımasıdır. Küresel sermayenin yeni bir finans merkezi ve para ekonomilerini canlı tutacak, sıcak geçişleri sağlayacak, bir mekân olarak ülkemizde İstanbul seçilmiş ve bunun alt yapısı hazırlanmıştır. İstanbul, yeşil sermayeye peşkeş çekilirken, her yeri saran AVM ve site inşaatları hükümete yakın olanlara ihale edildi. İstanbul gibi bir şehrin sırf yabancı sermayenin yatırımı için projelendirilip, parsellenmesi, ülkemizin milli ekonomisi ve ulusal stratejilerini baltalamaktadır . Türkiye'nin büyük burjuva¬zisi, AKP'nin birinci döneminde herhangi bir 'çatlak ses' çıkarmamaya özen gös¬termiştir. Birçok büyük sermaye grubu, birinci AKP iktidarı döne¬minde varlıklarını birkaç kat arttırmış durumdadır. Son on yılda oluşan varlık¬lar, inanılması güç biçimde, yalnızca beş yıl içinde ikiye, üçe, beşe katlanmıştır. 28 Şubat süreci bağlamında Refah Partisi'ne karşı topluca isyan eden büyük gruplar, birkaç yıl sonra, bu partinin içinden çıkan AKP'yi benimsemekte tereddüt etmemiştir. AKP, siyasal hegemonyasına destek veren liberaller, bugün kendi yarattıkları canavardan korkmakta ve sonlarını görmekteler. Batı zamanla AKP’nin başka yönlerini görmeye başladı. AKP de Ortadoğu’da ılımlı İslam diye getirilen diğer rejimler gibi, radikal ve otoriter hale geldi. Dayatılan Kürt politikasına rağmen kendi İslamcı tezleri için ABD ve AB çıpasından kurtulmaya çalışmakta, bağımsız bir mezhep politikası izlemeye gayret etmektedir.

Sonuç; AKP İlk Defa Sonunun Geldiğini Gördü
Bugün gelinen noktada Başbakan, hala halkı tehdit etmek, halkı küçümsemek ve yok saymak stratejisi izlemektedir. “Biz bildiğimizi yaparız” diyen Başbakan, hala milli egemenliğin, birkaç kişinin elinde olan kendi parti egemenliği olduğunu sanmaktadır. Ülkeyi saran nefret psikolojisi, olayları tırmandırabilir ve çok tehlikeli boyutlara ulaşabilir. Suriye’ye demokrasi getirmek için beslediği El Kaide tarafından vurulan hükümet, Batı ile ilişkilerinde uzun zamandır bir yol ayrımındadır. ABD ve AB ile bir suç ortaklığı üzerine kurulmuş ittifak çoktandır bir yol ayırımında ancak, henüz Batı alacaklarının tamamını tahsil edebilmiş değildir. Batı ile dostluğu Kürtler konusunda vereceği tavizlere ve verilen yol haritalarına uyumuna bağlıdır ama Türk halkının duyarlılığı karşısında köşeye sıkışmıştır. Erdoğan’ın bu kadar hırçın ve panik içinde olmasının nedeni, bu halk hareketinin arkasında kendi sonunun yaklaştığını görmesi kadar, bir kere iktidarı elinden kaçırırsa dönüşünün olmayacağıdır. İşte Erdoğan’ın bahsettiği ve korktuğu, büyük oyunun bitişi ve milli iradeye saygısızlığın sona erecek olmasıdır. Bugün Türkiye’nin geleceği için çok önemli bir dönüm noktasındayız. Bu yoldan geri dönüş yoktur. Atatürk’ün Cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençleri görev başındadır. Onların ne parti ideolojisi ne de yabancı güçler ile işi vardır. Atatürk’ün çizdiği yolda, tam bağımsız ve halktan gücünü alan bir milli egemenlik dâhilinde Türkiye istemektedirler.

Doç.Dr.Sait Yılmaz

ulusalkanal.com.tr

,

0 comments

Write Down Your Responses

About Me

Powered by Blogger.

Blog Archive