TSK’nın Tasfiyesinde Uzlaşmaya Varan Üç Aktör
Yazımızın ilk bölümünde Osmanlı
ve özelinde II. Abdülhamit örneğinden hareketle; kendisinden başkasına politika
yapma hakkı tanımayan tek adam rejiminin kendi ordusunu mahvedeceğini anlatmaya
çalışmış, Recep Tayyip Erdoğan’ın TSK’yı tasfiye etmek ve kendi kontrolüne
almak maksadıyla kurduğu gizli örgütü yazımızın ikinci bölümünde anlatacağımızı
duyurmuştuk. İkinci bölüm için kalemi elimize aldığımızda anlatılması
gerekenlerin bu yazıya da sığmayacağını fark ettik. Dolayısıyla bu konuyu
önümüzdeki birkaç yazıda incelemeye devam edeceğiz.
Bu bölümde, Osmanlının kendi
ordusunu mahvetme konusunda yaptığı hatayı Erdoğan’ın nasıl tekrar ettiğini
anlamamıza zemin hazırlayacak olan TSK’yı tasfiye etme arzusundaki aktörlerin
bir araya gelişini inceleyeceğiz.
“Milli Görüş Gömleği”ni
çıkaranları Batı destekledi
Erdoğan liderliğindeki AKP’nin
iktidara geliş sürecini hatırlayarak analizimize devam edelim. Türkiye’nin
önceki siyasi yapısı; demokrasiyi koruma adına, laikliğe aykırı düşünceleri
nedeniyle “milli görüş” çizgisindeki Refah Partisi ve Fazilet Partisi gibi
siyasi partileri sürekli kapatıyordu. Fakat parti kapatma, Türkiye’de Siyasal
İslam’ın yükselişini durduramadı. Bu eğilimi (trend) izleyen ABD, 1997 yılından
itibaren Türkiye’de yükselen bu siyasi akımın karşısında durmaktansa, onu
destekleyerek şekillendirme yolunu tercih etti. Neticede, Fazilet Partisinden
ayrılan yenilikçiler, Necmettin Erbakan’ın anti-Amerikancı, Dünya Bankası, IMF,
NATO ve AB karşıtı olan “milli görüş gömleği”ni çıkartarak, Tayyip Erdoğan ve
Abdullah Gül liderliğinde, Fetullah Gülen’in de desteğini alarak AKP’yi
kurdular ve iktidara geldiler.
Bu esnada küresel bazda yaşanan
gelişmeleri hatırlayalım. 11 Eylül 2001 saldırıları sonrasında dünyayı yeniden
şekillendirmek için yola çıkan Bush yönetiminin, tehdit olarak algıladığı
radikal İslam’ı dönüştürmek için bir ajandası vardı. Bu ajandaya göre Türkiye
neoliberal politikaları benimsemiş “Ilımlı İslam” modeli olarak bütün Müslüman
dünyaya sunulacaktı. Türkiye’deki Siyasal İslam’ın temsilcisi AKP’nin de
kendine göre bir ideolojik ajandası vardı. Bush ve Erdoğan iktidarlarının
temsilcileri bir araya gelmiş ve her iki liderin ajandalarındaki ortak maddeler
üzerinde uzlaşmaya varmışlardı. Bu uzlaşma sayesinde AKP, batı yanlıları,
İstanbul Sermayesi, liberaller, sahte solcular gibi birçok kesimin desteğini
alarak güçlü bir şekilde iktidara getirildi.
TSK’yı tasfiye koalisyonunu bir
araya getiren nedenler
AKP iktidara geldikten sonra
neoconlarla ilk anlaşmazlık “1 Mart Tezkeresi’” ile yaşandı (2003). Erdoğan
Hükümeti Amerikan askerlerinin Türkiye üzerinden geçerek Irak’a harekât
yapmasını isterken, Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) yeterince destek
vermemesi, Teskerenin Meclisten geçmemesiyle sonuçlandı; Pentagon’un planları
suya düşmüştü.
Bu dönemde TSK’da Milli Güvenlik
Kurulu Genel Sekreteri Org. Tuncer Kılıç gibi (şimdi hapiste) Çin, Rusya, İran
ve Suriye ile ittifak tezlerini gündeme getiren, Türkiye’nin geleceğini
Avrasya’da gören generaller vardı.
2004 yılına gelindiğinde Kıbrıs
sorununa çözüm olacağı düşünülen “Annan Planı” AKP hükümeti tarafından
benimsenmişti. Fakat Genelkurmay bu plana şiddetle karşı çıkıyordu.
Arkasından Büyük Ortadoğu Projesi
(BOP) Türkiye’nin gündemine geldi. Genelkurmay Karargâhını ziyaret eden
Amerikalılar alışık olunmadık bir biçimde konuşmalarında ve brifinglerinde
Türkiye’nin Müslüman kimliğini öne çıkarıyorlar, Müslüman ülke, ılımlı İslam
ülkesi gibi terimler kullanıyorlardı. Amerikalıların bu tavırları Genelkurmayı
rahatsız etmişti. Derken Başbakan Erdoğan, “Diyarbakır, BOP projesinin yıldızı
olabilir” demeye başladı. Bu sırada Genelkurmay yetkilileri, Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer’e, BOP’nun Türkiye ve bölgeye verebileceği zararları anlatan
birifingler veriyordu.
Avrupa Birliği (AB) konuları da
bu dönemde yoğunlaşmıştı. AB uyum yasaları çerçevesinde bugünkü PKK açılımının
temellerini atan Anayasa değişikliği, Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemeleri Usulü
Kanunu, Ceza İnfaz Kanunu gibi temel kanunlarda değişikliğe gidilmiş, Devlet
Güvenlik Mahkemeleri kaldırılmış (yerine özel yetkili mahkemeler kurulmuş),
Kürtçe radyo televizyon yayınına başlanmıştı. 2003 Irak harekâtından sonra
Kuzey Irak’ta koruma altına alınan PKK hızla gelişiyor, hükümet ise askerin
müdahale taleplerini sürekli frenlemek zorunda kalıyordu.
Bu dönemde başörtüsü tartışmaları
da alevlenmişti. Erdoğan katıldığı her televizyon programında ve yurt dışı
gezilerinde yaptığı açıklamalarda başörtüsü sorununu gündeme getiriyordu. Bu
söylemler, Genelkurmay’da Hükümetin laiklik karşıtı uygulamalara yönlendiği
düşüncesini uyandırarak rahatsızlığa sebep oluyordu.
Daha burada sayamayacağımız
birçok konuda asker ile hükümet arasında anlaşmazlıklar vardı. Asker, milli
menfaatleri, ülke güvenliğini gerekçe göstererek birçok konuda, Milli Güvenlik
Kurulunda (MGK) sahip olduğu temsil yetkisini kullanarak Hükümete sert
muhalefet yapıyordu. Bu muhalefeti MGK üyesi Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım,
bir telefon görüşmesinde “bu askeri bir türlü diskalifiye edemiyoruz” diyerek
dile getirmişti.
MGK’da asker ile büyük bir
gerilim yaşayan AKP, bir yandan da kapatılma veya darbe korkusu yaşıyordu. Bu
arada ABD ve AB de, Erdoğan Hükümetine kabul ettirdikleri birçok konuyu, Askeri
aşamadıkları için bir türlü hayata geçiremiyordu. Genelkurmay Başkanı’nın
medyada yer alan milli menfaatleri ön plana çıkaran açıklamaları kamuoyunu
etkileyerek ülke siyasetine yön veriyor, Washington ve Brüksel’in önüne set
çekiyordu.
AB, askerin bu gücünü nereden
aldığını tespit etmek için bir çalışma başlattı. Çalışmanın liderliğini
Hollanda’nın Ankara Büyükelçisi yapıyordu. Büyükelçi, Hollanda askeri heyetinin
bir ziyareti çerçevesinde evinde verdiği yemeğe Genelkurmay Strateji Daire
Başkanı ve ekibinden bazı subayları davet etmiş, yemek boyunca sadece bu konuyu
sorgulamıştı.
Tetiği ABD çekti
Amerikan cephesine gelince
Savunma Bakan Yardımcısı Paul Wolfowitz’in Genelkurmay eski başkanı E.Org.
Hüseyin Kıvrıkoğlu ile Irak harekâtı öncesinde yaptığı görüşme, Washington’un
pozisyonunu çok daha iyi anlamamızı sağlayacaktır.
Wolfowitz dönemin Başbakanı
Bülent Ecevit’e baskı yaparak onun sayesinde zorla randevu aldığı Org. Kıvrıkoğlu
ile görüşürken, Irak’ın işgali konusunu açmış ve Genelkurmay’dan kabul edilemez
taleplerde bulunmuştu. Bunun üzerine Org. Kıvrıkoğlu; “Kerkük'ü de içine alan
bir Kürt Devleti kurulması söz konusu olursa, doğrudan ve açıkça oraya, bölgeye
gireceğimizi, müdahale edeceğimizi biliniz" diye cevap vermişti. Ne
yapacağını bilemez hale gelen Wolfowitz, “ben, ABD Savunma Bakan Yardımcısıyım,
benimle böyle konuşamazsınız” dediğinde ise Org. Kıvrıkoğlu; "ben de Türk
ordusunun başıyım ve üstelik de Türkmen asıllıyım" cevabını vermişti.
Kovulmaktan beter olan Wolfowitz, Pentagon'a döndüğünde sık sık “Türkler,
ABD'ye kafa tutmanın ne demek olduğunu anlamalı” diyordu.
Türk generaller, Soğuk Savaş
döneminde Amerika’nın hiç sözünden çıkmamışlardı, hatta Washinton’un çıkarları
doğrultusunda birkaç darbeye de imza atmışlardı. Ama şimdi durum değişmişti.
TSK ile işbirliği yapmak mümkün değildi. TSK, ABD ve AB’nin menfaatleri
önündeki en büyük engel haline gelmişti.
Erdoğan ise kendisini iktidara
taşıyanlara verdiği sözleri tutmanın ve iktidarını güvence altına almanın
yolunun veya kendi vehmince olası bir darbeyi önlemenin TSK’nın pasifize
edilmesinden geçtiğini düşünüyordu. İşte bu siyasi ortam üç aktörü; AKP, ABD ve
AB’yi ortak bir hedefte buluşturmuştu; TSK devre dışı bırakılmalıydı; bunun
adını “askeri vesayete son vermek” koydular.
Washington ve Brüksel’den yeşil
ışık alan Erdoğan, harekete geçmekte gecikmedi. TSK’yı tasfiye edilecek bir
jurnal teşkilatı kurulacaktı.
Hikâyenin en heyecanlı kısmı bir
sonraki yazıda…
0 comments
Write Down Your Responses