Haziran Direnişi’nin iktisadı



 “Gezi Direnişi emekçi hareketidir. Kapkaççı kapitalizme karşı durmuş, Cumhuriyete dönük saldırılara karşı Atatürklü bayraklarla simgeleşmiştir.” 

Gezi Parkı direnişi ya da Haziran isyanlarına katılanları; sokakları, meydanları, parkları, forumları dolduranları; balkonlarında, pencerelerinde "farklı havaları" tencere-tavaları ile çalarak ses verenleri, yıllardır sürdürülen kapkaççı kapitalizm yeterince bunaltmıştı. Mayısın son günlerinde başlayıp, Haziran'da zirve yaparak Temmuz'da sıkletini koruyan ve Eylül ile birlikte kışa doğru süreceği şimdiden öngörülebilen isyan ve direniş üzerine sadece iktisadi pencereden bakıldığında neler söylenebilir? İşte bu kısa yazıda, onların ancak bir kısmına değinilecektir.
Geleneğimiz "ekonomi politik"tir. Öyle ise öncelikle, Türkiye İmalat Sanayi katma değerinin, dünya imalat sanayi içindeki yerine bakarak bir koordinat saptaması ile işe başlamalı. 1980 yılından bu yana Türkiye'nin payı yüzde 0,6 ila yüzde 1,1 arasında değişiyor. Faklı bir ifade ile yerinde sayıyor ve adeta demir tarıyor. Bu duruma koyabileceğimiz isim: Yarı sanayileşmeye kilitlenmiş bir ülkedir. İktidar ve onların kulvarındakiler, durumu cilalı gösterseler de gerçek çıplaktır ve ortadadır. Türkiye, 24 Ocak 1980 tedbirlerikararları ve onun siyaseten uygulanabilmesi için yapılan 12 Eylül Faşist Darbesi ile birlikte, üretime dayalı özgüvenini süreç içerisinde yitirmiştir.
İhracatımız ithalata bağımlıdır
Mevzunun özü, tam da buradadır. Sanayileşme, farklı bir ifade ile üretim, sadece sektör profili ve iktisadi bir tercih olarak değil, bir kültür olarak tedricen dimağlardan silinmiştir. Sanayileşme toplumsal bir amaç olmaktan çıkmıştır. Türkiye adeta, sanayisizleştirilmiştir. Dünya imalat sanayi katma değerinden aldığımız pay, sanayi yapımızın hali pür melalini özetlemektedir. Çok uzun sürelerdir ekonomiden sorumlu bakanlar, her ayın ilk haftasında İstanbul'da havalı toplantılarla o ayın ihracat rakamlarını açıklıyorlar. Ama ithalattan söz edilmiyor. Ve dış ticaretin tıpkı bir makas gibi iki ucu olduğunu, iktisat üzerine yazan birkaç gazeteciyorumcu dışında kimse söylemiyor. Söylese de basında yer almıyor. Bir aldatmaca sürüyor. Ama ülke ekonomisi dışa kanamaya, yani cari açık vermeye devam ediyor. Çünkü ihracatınıza konu mallar yüzde 60-65 oranında ithalata bağımlı durumda. Farklı bir ifade ile Türkiye, üretmek için ithalat yapmak zorunda. Bir nevi, sentetik bağımlılık durumu bu. İthalat yapamaz isen üretemiyorsun. Dolayısıyla "gerçek" ihracat da yapamazsın. Şimdi "peki, o kadar ihracat yapıyoruz ama" diyenler olabilir. Ancak, ihracatımız da vahim biçimde ithalata bağımlıdır ve bu ihracattan yurtiçi katma değer zincirinde size bir şey kalmamaktadır.
İstikrarsız yüksek büyüme
Bu durumu doğrulayan bir başka nokta da, imalat sanayiinin GSYİH içerindeki payındaki sürekli gerilemedir. IMF ile herhangi bir neden ortada yokken imzalanan Yakın İzleme Anlaşması ile birlikte, yani 1998 yılında, imalat sanayii katma değerinin GSYİH'deki payı yaklaşık yüzde 24'ler düzeyinde idi. Bu pay, 2012 yılında yüzde 16'lara gerilemiştir. Bir anlamda Türkiye, sanayi tabanlı sermaye stokunu da tüketmektedir. Cilalanmış ve fakat istikrarsız yüksek büyüme hızları aldatıcıdır. Zira yoksullaştırıcı ve sefilleştirici büyüme modeli içinden geçmekte olunan konjonktürde artık ziyadesiyle patinaj yapmaktadır.
Üret(e)meyen ve tasarruf edemeyen Türkiye ekonomisi, üretemediğini ithal etme, tasarruf edemediğini de borçlanma yoluna gitmiş, neticede de -kamu dengesinde bir düzelme görünse de- hane halkı ve özel sektör borçlanmaları inanılmaz düzeyde yükselmiştir. 2002 yılında 4 milyar ABD doları ile GSYİH'nin yüzde 2'si düzeyinde bulunan toplam hane halkı tüketici kredileri, 2012 yılında 158 milyar ABD doları ile GSYİH'nin yaklaşık yüzde 20'sine ulaşmıştır.
Kredi kartı borçlarının da, 2002 yılında 2.7 milyar ABD doları (GSYİH'nin yüzde 1'i) iken, 2012 yılında 41.1 milyar ABD dolarına ulaşmış olması (GSYİH'nin yüzde 5'i) ve kredi kartı borçlarının yüzde 11'inin takipte olması bu durumun somut göstergeir.
Türkiye 2002-2012 döneminde hane halkı ve özel sektörün aşırı borçlanmak zorunda kalması nedeniyle yurtdışından her ne nam altında olursa olsun kaynak tedarik etmek zorunda olan, bu kaynak tedarikinde en küçük bir kesinti olduğunda tüm dengeleri bozulan ve son derece kırılgan bir ekonomik yapıya dö-nüştürülmüştür. Gezi olaylarına mal edilen, oysa aynı dönemde FED'in yaptığı gelecek dönemde likiditenin sıkılabileceği açıklaması nedeniyle dünya ölçeğinde ortaya çıkan doların değer, bu dengenin ne kadar kırılgan olabileceği bir kez daha anlaşılmıştır. Ama anlamayanlar, ısrarla faiz lobisi, dış mihraklar edebiyatını çaresizce sürdürmektedir.
1998 sonrası Türkiye'nin ekonomik ve siyasal bağımsızlığına yönelik açık bir tehdit oluşturmakta ve emeği ile geçinen geniş halk kesimlerinin kazanılmış haklarını gerileten, IMF Yakın İzleme Anlaşması'nı izleyen süreçte hem de Türkiye'yi IMF'den kurtarmakla övünenlerin iktidarları boyunca izlediği IMF politikalarıyla yapılanlar, ülkemizin hedeflerini ve kaynaklarını kendisinin belirlediği bağımsız, görece eşitlikçi ve sosyal dayanışmacı bir kalkınma stratejisi uygulayabilmesinin önündeki en büyük engel haline gelmiştir.
İşsiz gençlik
Gelişmeler, 1980'lerde başlayan neoliberal dönüşümün, özellikle finansallaşma hem reel zenginliğin asli kaynağı olan üretim yapısıgüçleri, hem de giderek sağlık, eğitim ve çevre üzerindeki yarattığı yıkıcı etkilerin bir bölümüdür. Ülkemizde resmi genç işsizlik oranı yüzde 23,4'tür. Ve kentlerdeki işsizlik, genel işsizlik oranının yaklaşık on puan üzerindedir.
Bu haklı gelecek kaygısı taşıyanlar yanında, TÜİK verilerinden hareketle toplam çalışanların 'ünün sosyal güvenceden yoksun olduğu da not edilmelidir. Neoliberal dönüşümün eseri, esnek işgücü piyasalarının yarattığı iş güvencesinden yoksunluk, işyeri güvenliğindeki lagarlıklar, son dönemde işbaşında hayatını yitiren emekçilerin sayısını dramatik bir biçimde yükseltmiştir. 2012'de 867, 2013'ün ilk sekiz ayında da hayatını yitiren işçi sayısı, bir savaş bilançosunu andırır gibi 601'dir. Her geçen gün ağırlığını daha da çok hissettiren gelecek kaygısı; güvencesizlik ve işsizlik sorunları, sadece niteliksiz işgücünü değil ondan daha çok Gezi direnişlerinin aktörlerinden olan gençlerin -90 kuşağı, enformasyon teknolojilerini içselleştirmiş, yaratıcı, inovasyon potansiyeli yüksek kesimlerini de ilgilendiren büyük, ağır ve yıkıcı bir sorundur.
Sanayileşme gibi toplumsal bir hedefin terk edilmesi planlamadan da bir anlamda vazgeçişti aslında. Evet, halkçı planlamayı yeniden ve acil olarak tartışmalıyız. Zira toplum, yön duygusunu yitirmiştir ve adeta savrulmaktadır. Planlama, bilgi ve aklın kadere egemenliği olarak tanımlanırsa (ki öyledir),Türkiye, 1980 sonrasında ikincisini tercih etmiştir. Bu tercihin getirdiği durum, konu ile ilgili hemen her kesimi esas olarak mutsuz kılmış, ancak bu mutsuzluktan kurtulmak için gayret göstermek yerine mevcut hâl optimum kabul edilerekzannedilerek uyum gösterilmiştir.
Üretmeden tüketmek doğal olarak ithalatçılığı körüklemiş -ceteris paribus ve bu körüğün bastığı duman eşliğinde lojistik, perakendecilik, AVM'cilik, gayrimenkulcülük parlatılan yıldız sektörler olmuş ve bu bağlamda "inşaat ya resulallah" şiarı göğü delen plazaların 1453'lü reklamları 724 ekranları kaplamıştır.
Ancak, unutulmamalıdır ki planlama, eskimemiş, dişlileri fazla aşınmamış bir araç olarak pek çok ulusal ekonomiye hizmet etmiş (ve) onları bir tarih aşamasında yukarıya çıkarmış bir kaldıraç olarak, hâlâ kendi aklının ürünü politikaları olan ülkelere hizmet etmeyi sürdürmektedir. O halde biz de yapabiliriz! Yeniden deneyebiliriz. Denemeliyiz!
Gezi direnişi emekçi hareketidir
Gezi Parkı eylemlerinin, çok farklı toplumsal yakınmaları olan kesimleri bir araya getirmesi, nesnel gerçekliğinkavranmış ve kabul edilmiş olduğunu gösteriyor. Ve bu bir araya gelişle ortaya çıkan direnişisyana sevgili Korkut Boratav Hocamın tespitlerini paylaşarak, isim koymanın zamanı gelmiştir, evet; "Gezi Direnişi bir emekçi hareketidir. Kapkaççı kapitalizme karşı duruştur ve Cumhuriyet kazanımlarına dönük saldırılara karşı da Türk Bayraklı, Mustafa Kemal Atatürklü bayraklarla simgeleşmiştir."
Geniş halk yığınları, Cumhuriyetin kazanımları temelinde yeniden ayağa kalkmaktadır. İktidar, bu ayağa kalkışı hangi lobiye, dış mihraklara bağlarsa bağlasın, sarı sıcak yaz aylarında başlayan, sonbaharın tüm renklerini de yedeğine alarak, kışa doğru uzanacak gibi duran bu süreç, kamusal alanın gelişeceği ve halkın özgürleşeceği koşulları yaratmıştır ve olgunlaştıracaktır.
DR. SERDAR ŞAHİNKAYA*
* Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

,

0 comments

Write Down Your Responses

About Me

Powered by Blogger.

Blog Archive