Ergenekon Davası'na yeniden bakmak







Türkiye tarihinin hiç kuşku yok ki en önemli yargılamalarından biri olan Ergenekon Davası'nda artık sona gelinmiş durumda. Silivri Mahkemesi 5 Ağustos 2013 günü kesin kararını açıklayacak. Bir sürpriz beklemiyorum. Bildiğiniz gibi Balyoz Davası'nda sanıkların neredeyse yüzde 90’ına ceza verildi.
Özel Mahkemelerde görülen ve darbe rejimlerine özgü bir yöntemle sürdürülen bu davalarda adil yargılamanın yapılmadığı ve hukukun açıkça ihlal edildiği biliniyor.
Çünkü bu davalar ile son Cumhuriyetçi kadrolar ordudan, bürokrasiden ve geleneksel iktidar blokundan tasfiye edildi. Böylece 60 yıla yayılan karşı devrim süreci tamamlandı. Birinci Cumhuriyet tasfiye edildi. Gerici iktidar bloku, siyasal hedeflerine ulaşmasının önünde engel oluşturabilecek kurumları, kadroları, yargı bürokrasisini, toplum önderlerini, aydınları, gazetecileri, askerleri ve politikacıları polis ve adliye zoru kullanarak bir süre için etkisizleştirdi.
Özellikle Balyoz Davası'nda NATO’dan çıkmak isteyen, Rusya, Çin, İran ve Suriye ile Avrasya odaklı bir ittifak kurarak ABD’yi ve NATO’yu dengelemeyi planlayan, Kürt sorununu Türkiye merkezli olarak ve siyasal yöntemlerle çözme çizgisine yaklaşmış bir ekip imha edildi.
Rejim değişikliğini hedefleyen örtülü darbenin enstrümanı olarak kullanılan bu soruşturmalar nedeniyle, yaklaşık 200 yıldır kesintilerle sürdürülen; 1908, 1923 ve 1960 dönemeçlerinde gerçekleştirilen tarihsel atılımlarla en yüksek dalga boylarını yakalayan Osmanlı-Türk modernleşme ve aydınlanma süreci kesin bir kırılmaya uğradı.
İdeolojik bakımdan burjuva aydınlanmasının ocaklarından biri olan Harbiye, İmam Hatip karşısında yenildi. Bu tespit, tarihsel bakımdan geçici bir duruma işaret etse de artık bir olgudur.
Elbette kavga bitmiş değil. Olamaz da... Tersi, tarihin doğasına ve sosyolojik bakımdan toplumsal ilerleme yasasına aykırı. Ancak açıklıkla tespit edilmeli ki, Tanzimat'tan beri iki çizgi arasında süren mücadelede inisiyatif artık İslamcı-muhafazakâr kanadın elinde. Bu olgu bilince çıkarılmadan doğru bir mücadele anlayışı geliştirmek de mümkün değil.
Soğuk Savaş dönemiyle birlikte, yaklaşık 60 yıldır solcular, sosyalistler ve solcu Kemalistler devletten tasfiye ediliyor. Öyle ki, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin bir amacı solu ve sosyalistleri imha etmekse, diğer amacı da bürokrasi ve TSK’dan ‘solcu Kemalistleri’ tasfiye etmekti.

Cumhuriyetin başlangıç ilklerini ve kuruluş varsayımlarını terk eden, deyim uygunsa kendi devrimine ihanet içindeki TSK ve Batıcı Cumhuriyet burjuvazisi, gericilikle ittifak halinde 60 yıldır kendi solunu tasfiye etmekle uğraştı. Sol, özellikle sosyalist sol, cumhuriyeti aşmaya, onu tarihsel ve toplumsal bakımdan daha ileriye taşımaya çalışıyordu.
Solun bu iddiasını güçlü şekilde ortaya koyması, Cumhuriyetin de daha geriye çekilmesini önlüyor ve bir denge kuruluyordu. Bu nedenle solu tasfiye edilen Cumhuriyet aslında bütün gücünü de yitirdi. Bu büyük tasfiyenin tarihi 12 Eylül 1980 darbesidir.
Bu açıdan bakıldığında, AKP iktidarı bir yanıyla 12 Eylül'ün çocuğu diğer yanıyla da 60 yıllık karşı devrim sürecinin ürünüdür.
Solu hoyratça ezen, onun karşısına İslamcıları ve ırkçı milliyetçileri dikerek, gericiliği ve muhafazakârlığı besleyen sağcı Kemalistler, bu tutumlarının bedelini bugün çok ağır şekilde ödedi. İstanbul sermayesi ve Kemalistler, sonuçta kendilerini Türkiye gericiliği ile baş başa buldu. Artık yalnız kalmışlardı ve kendi Cumhuriyetlerini savunacak güçleri de yoktu. Sonuçta büyüttükleri güç kendilerini tasfiye etti.
Ergenekon ve Balyoz gibi davalardan sonra bugün Koç Grubu'na mahkeme kararıyla yapılan mali inceleme baskınının anlamı da buradadır.
Türkiye solunun önemli bir kesimi Ergenekon ve Balyoz gibi davaların gerçek anlamını ve tarihsel niteliğini kavrayamadı. En iyi ihtimalle gelişmeleri salt egemen sınıflar içindeki bir çatışma, kendilerini ilgilendirmeyen bir itişme olarak gördü.
Önemli bir kesimi ise, inanılır gibi değil ama bu soruşturma ve davaları demokratikleşme hamleleri olarak değerlendirip AKP iktidarını destekledi. Referandumda “yetmez ama evet” dedi. Gerici tehlikeyi görmedi. Bu, iyi niyetli bir yorumla tam bir aymazlık halidir…
Oysa bu davaların nedenini kavramak için çok derin bir analiz yeteneğine, yorumlama gücüne ve yüksek bir birikime bile gerek yoktu.
MODERNLEŞME PARADİGMASI
Tam da 5 Ağustos öncesinde, yukarıda çizmeye çalıştığım tablonun nasıl oluştuğuna, bu tablonun tarihsel, siyasal, kültürel kaynakları ve nedenlerine burada bir kez daha bakmakta yarar var.
Türkiye’de Birinci Cumhuriyetin tasfiye edilmesi ve bir ılımlı İslam rejimi kurulmasının teorik temeli ve tarihsel gerekçesini, Müslüman ülkelerdeki Batı tipi modernleşme girişimlerinin başarısızlıkla sonuçlandığı varsayımı oluşturuyor.
İslam dünyasının tarihine, coğrafyasına, kültürüne/dinine ve toplumsal dokusuna özgü; Batı'yla uyumlu yeni bir modelin oluşturulması gerektiği uzunca süredir ABD medyasında ve akademik çevrelerde tartışılıyordu. Dolayısıyla, "Ilımlı İslam" kavramı ve stratejisi, ABD ve Batılı ortaklarının aktüel ihtiyaçlarının bir sonucu olduğu kadar, bir fikri arka plana ve tarih tezine de dayanıyordu.
İşte bu tezin bir hipotez olmaktan çıkıp, hayat ve tarih içinde sınanmış bir modele dönüştürülmesi gerekiyordu. Bu model Türkiye olacaktı.
Çünkü en uygun ülkenin, modernleşme ve aydınlanma sürecinde görece başarılı olan, ancak sorunlarını aşamamış Türkiye’nin olabileceği düşünülüyordu.
Elbette Türkiye için istenen yeni bir Suudi rejimi değildi. Ama laik, modern ve demokratik bir cumhuriyet hiç değildi. Türkiye’yi İslam dünyasına daha çok yakınlaştıracak, hatta bu ülkelere liderlik yapmasını sağlayarak radikal eğilimleri terbiye edecek düşük yoğunluklu bir İslamizasyon yeterli görülüyordu.
Türkiye’de rejimin çok partili ve seçimli bir İslam cumhuriyeti yönünde dönüştürülmesi; ABD’nin doğrudan ve tam olarak sağlayamadığı bölge hegemonyasının Ankara üzerinden tahkim edilmesi demekti. Elbette bu projenin tek bir koşulu vardı; İslamcı olan fakat Türkiye-ABD ilişkilerini bozmayacak nitelikteki kadroları iktidara taşımak...
İşte AKP bu ihtiyacın ve konjonktürün ürünüydü. Bu yanıyla AKP, iç dinamiklere dayanan bir siyasal güç olduğu kadar, asıl iktidar kudretini dış dinamiklerden alan bir hareketti.
Bu konuda Amerikan politikasına yön veren düşünce şöyle özetlenebilir; laik ve cumhuriyetçi Türkiye, İslam dünyasını etkileyemeyecek kadar bu ülkelerden uzaklaştı. Dolayısıyla Müslüman toplumlara bir model oluşturabilmek için, öncelikle (formel bakımdan da olsa) İslam’la demokrasiyi buluşturacak bir siyasal düzen yaratmak gerekiyordu.
Müslüman toplumlar artık seküler/laik bir ülke olmak hedefini bir yana bırakmalıydı. Tunus'ta ve Mısır'daki Müslüman Kardeşler iktidarlarının da Suriye'ye yönelik gerici ve emperyalist saldırının da anlamı buydu.
Öyle anlaşılıyor ki, Mısır'da Muhammed Mursi'nin halk tarafından devrilmesi tam bir tarihsel dönüm noktası oluşturuyor. Çünkü bu gelişme Siyasal İslamcı rejim denemelerinin kesin bir yenilgiye uğradığına işaret ediyor. 'Tahrir Devrimi'ni çalan Mursi ve Müslüman Kardeşler deneyi kesin olarak başarısızlığa uğramış durumda.
Soğuk Savaş döneminde NATO’nun “Yeşil Kuşak” stratejisine kurban edilen 'Modern Türkiye' 2000'ler dünyasında da “Ilımlı İslam” kumarında harcanmış görünüyordu. Suriye'nin emperyalizm ve gericiliğe karşı başarılı vatan savunması, Mısır'da İslamcı Mursi'nin devrilmesi dünyada tarihin akışını yeniden doğal yatağına taşırken, Türkiye'de ise Gezi Direnişi bütün tabloyu değiştirdi.
Daha aydınlık bir ülke ve dünyanın eşiğinde olduğumuza şüphe yok.
merdan.yanardag@yurtgazetesi.com.tr

,

0 comments

Write Down Your Responses

About Me

Powered by Blogger.