Sabah Gazetesi yazarı Mehmet Barlas, bugünkü köşesinde Gülen Cemaatini
eleştirdi.
Barlas'ın bugünkü yazısı şöyle:
Bu ilan neden “Today’s Zaman”da da yayınlanmadı?
Siz sayın okurlarımın da anlamakta zorlandığınız durumlar yok mu? Mesela
ben kendi mesleğimi doğrudan ilgilendiren çok güncel bir durumu anlamakta
zorlandım.
Şöyle ki…
TİMES’TAKİ BİLDİRİ NEDEN TODAY’S ZAMAN’DA YAYINLANMADI
- Türkiye’deki AK Parti iktidarının mitinglerini Hitler’in Nazi
Partisi’nin gösterilerine benzeten ve ünlü sanatçıların imzaladığı bildiri,
neden sadece “The Times”da yayınlandı? İngilizce yayın yapan ve üstelik
Türklerin daha fazla okudukları Cemaat’in (veya Hizmet’in) yayın organı
“Today’s Zaman”da da neden yayınlanmadı bu bildiri?
Çünkü bu bildiride yer alan iddialar Today’s Zaman köşelerinde hemen her
gün seslendirilmekte. Bu arada gazetemiz Sabah da hemen her gün hedefte…
Türk medyasındaki tabloyu genel açıdan bilen ama ayrıntıları ve mülkiyet
yapılarını bilmeyenler, ilk bakışta “Today’s Zaman”ın da Gezi eylemlerinin
sözcüsü ve pompalayıcısı konumundaki Doğan Medyası’na ait bir yayın organı
olduğunu düşünebilir.
GAZETEDEKİ KÖŞE YAZILARININ BAŞLIKLARI
Erdoğan’ı desteklemek ayıp mı?
Dünkü köşe yazılarının başlıklarını özetle vereyim isterseniz.
- Erdoğan neden Türkiye’yi kutuplaştırıyor?
- Muhalefetin kriminalleştirilmesi.
- Erdoğan’ın gazetecileri.
Bu arada bir köşe yazısında beni de ele alan bir yazar da “Mehmet Barlas
köşesini Erdoğan’ın eylemlerini haklı göstermeye adadı. Erdoğan mükemmel lider,
baba, eş, evlat olarak sunuluyor” çizgisinde bir şeyler yazmış.
Evet… Anlamakta zorlandığım durumlardan bir de “Cemaat”in yayın
organlarının Gezi Parkı eylemleri sürecinde tencere ve tava gürültüsüne
kendilerini neden böyle fazlaca kaptırdıklarıdır?
MESUT YILMAZ’A SERGİLENEN HOŞGÖRÜ NEDEN ERDOĞAN’A GÖSTERİLMİYOR
Basın özgürlüğü mü?
“Cemaat böyledir, Cemaat organlarında yazanlar iktidar yanında yer
almaz” demeyin sakın.
Ben 28 Şubat post-modern darbesinde çok kısa süre Zaman’da yazmak imkânına
kavuştum. Ama dönemin sorumlularından biri olan Mesut Yılmaz’ı eleştiren
cümlelerim yazılarımdan çıkarılmak istendiği için ayrıldım Zaman’dan.
28 Şubat’ta atanmış Mesut Yılmaz’a sergilenen muhabbet ve hoşgörünün
şimdiki seçilmiş Başbakan Erdoğan’dan niçin esirgendiğini anlamakta tabii ki
zorlanıyorum.
Acaba bir algılama hatası mı var hepimizde?
Hatırlarsınız… Bir dönemde “Avrupa Birliği’ne giden yol Diyarbakır’dan
geçer” denilmişti.
Acaba şimdi de bazıları “Alternatif iktidara giden yol Pensylvannia’dan
geçer” diye mi düşünüyor. AK Parti’ye öfkeli veya bu iktidara alternatif arayan
kim varsa, mutlaka Fethullah Gülen’i ziyaret ediyor.
LAİKÇİ ENDİŞELER
İşin garibi dini bir cemaatin lideri ile dertleşen bu ziyaretçilerden
bazıları AK Parti iktidarının özel yaşam alanlarını kısıtlayacağını düşünen
laikçi endişeliler.
İşte bu Cemaat’in yayın organlarında yer alan bazı yorumlara bakarsanız,
Başbakan Erdoğan’ı desteklemek ve sokak eylemlerine karşı çıkmak, hem düşünce
özgürlüğüne, hem de basın özgürlüğüne karşı olmakla eş anlamlıdır.
Sayın Gülen’in ülkeye ve insanlara sunduğu hizmetlerini yok saymak
sadece insafsızlıktır.
Ama onun ülkesine neden dönmediğini ve Cemaat’in bazı sözcülerinin neden
bir siyasi karşı kampın üyeleri izlenimi verdiklerini anlamak da mümkün
değildir.
Neticede Cemaat bir cemaattir ve AK Parti bir siyasi partidir. Aydın
Doğan’la Fethullah Gülen’i aynı eğilimdeki medya sermayesinin sahipleri olarak
görmeye eğilimli olanlar, sadece Gülen’e haksızlık ederler, onun imajını
bozarlar.
Sevgili okuyucularım, Türkiye bundan yaklaşık iki ay kadar önce çok
ilginç bir yalana tanık olmuştu.
Tayyip haziran ayı başlarında partisinin grup toplantısında nutuk
atarken tuhaf bir konuya değinmiş ve şöyle demişti:
“Bu olaylarda benim çok önemli bir yakınımın gelinini İstanbul’da
Başbakanlık Ofisi’nin yakınında, yanında altı aylık çocuğu ile yerlerde
süründürdüler, taciz ettiler.”
İsmini vermediği “Çok önemli” yakınının kim olduğu daha sonra ortaya
çıktı. İstanbul’da AKP’li Bahçelievler Belediye Başkanı’nın gelini!..
Ve bizim meşhur “Çapulcular (!)” tarafından saldırıya uğradığı iddia
edilen gelin hanımla birlikte onun altı aylık bebeği…
Olay Tayyip’in sözlerinden sonra iki gazetede yer aldı.
Hürriyet birinci sayfadan, Star manşetten vermişti. İsimler açıklanmıyor,
baş harfleri kullanılıyordu.
Önce 13 Haziran tarihli Hürriyet’in haberine özetle bakalım.
25 yaşındaki gelin bu dayak olayından hemen sonra savcılığa başvurup
darp raporu almış, soruşturma başlatılmış. Olay Kabataş Vapur İskelesi’nde 1
Haziran günü gerçekleşiyor.
Örtülü gelin hanım iskelenin karşısında yanında altı aylık çocuğu ile
birlikte eşini beklerken eylemcileri görüyor.
Eylemci kadınlar (!) Tayyip’e ağır sözlerle küfrederken bir yandan da
genç kadına saldırmaya başlıyor.
Örtüsünü başından çekiyorlar, dövmeye başlıyorlar. Sonra grubun içindeki
erkekler de
kadını dövmeye başlıyor.
Bebek arabasını parçalayıp ‘Devrim yapıyoruz’ diye bağırıyorlar.
Yakınlarının anlattığına göre hanımefendi şehir dışındaymış. Vücudu
mosmor olmuş, bebeği de sütten kesilmiş.
Bu çiftin nikah şahitliğini Tayyip yapmış.
Hürriyet’in haberi özetle böyleydi. Maşallah, gelin hanım dayanıklı
imiş, onca badireden kurtulmuş!
* * *
Şimdi yandaş Star’ın aynı gün, yine 13 Haziran’da yayınlanan ayrıntılı
haberine bakalım. Bu gazete dayak yediği iddia edilen kadınla fotoğraflı bir
söyleşi yapmıştı.
Ama gelin görün ki dayak yiyen (!) gelin hanımın fotoğrafı enseden
çekilmişti. Her nedense yüzü görünmüyor, ismi verilmiyordu.
Gelin hanım bu kez muhabire yaşadıklarını anlatıyordu. “Kadınlar
küfrediyor, erkekler vuruyordu” başlıklı haber özetle şöyleydi:
“Kabataş’ta eşimi bekliyordum. Bir anda ‘Tayyip’in…’, ‘Burada gelin
onu…’ diye sesler duydum.
Kadınların öfke dolu bakışlarını görünce benden bahsettiklerini
anladım…”
Yalanların sonrasına dikkat edin lütfen! Aynen gangster filmleri gibi:
“Bir anda üzerleri çıplak, elleri deri eldivenli, başlarında tuhaf
bantlı 70-100 kadar adamın
arasında kaldım. Bebek arabam elimden gitti.
Bir kadın ‘Memleketin başına ne geldiyse bunların örtüsü yüzünden geldi,
vurun şuna’
deyince tekme tokat vurmaya başladılar.
Devrim yaptıklarını, ihtilal yaptıklarını, Erdoğan’ı asacaklarını,
Erdoğan’ı da hepimizi de tek tek ……(nokta nokta yapacaklarını söylüyorlardı!)
Bir yandan ‘Bu ülkenin gerçek sahibi biziz, anladınız mı lan’ diye
bağırıyor, bir yandan da tekmeliyorlardı.
Küfrettiler, vurdular, vurdular. Kendimi kaybetmişim.
Kendime geldiğimde üzerim idrar kokuyordu…”
Herhalde üzerine işemişlerdi!
* * *
14 Haziran tarihli yazımda
aynen şöyle yazmıştım:
“Şimdi ben size soruyorum. Bu olayı “İnandırıcı” buldunuz mu?
Nerede olayın MOBESE kayıtları?
Bütün kentleri izleyen, uçan kuşu bile gözleyen, atılan her adımı
kayıtlara geçiren kameralar hem de Kabataş gibi merkezi bir yerde çalışmıyor
mu? Eğer çalışıyorsa nerede bu anlatılanların kayıtları?
Bir genç kadının üzerine hem kadınlar ve hem de onlarla birlikte belden
yukarısı çıplak, elleri eldivenli, başları bantlı 70-100 kişi saldırıyor.
Üstelik saldırıya uğrayan kadının yanında bir de altı aylık bebek!..
Böylesine vahşi bir saldırıdan anne nasıl kurtulmuş, bebek nasıl
kurtulmuş? Bu bir
mucizedir, filmlerde bile olmaz!
MOBESE kayıtları nerede? Savcılık başvurusu, polis ve Adli Tıp raporları
nerede?
Gazetelere anlatmayı biliyorlar da bunları niçin gizliyorlar?
Olay 1 Haziran günü olmuş. O kadar süre niçin ses vermeyip suskun
kalmışlar?
Son olaylarda bir kişi bile bir tek başörtülüye saldırmadı, böyle bir
çirkinlik yaratmadı. Bula bula hiç tanımadıkları, hem de yanında altı aylık
bebeği olan örtülü bir kadıncağızı mı
bulmuşlar?
Tüm olaylar boyunca Taksim Gezi Parkı’na yüzlerce başörtülü geldi ve
direnişçilere destek verdi. Hangisi saldırıya uğradı?
Onu da bırakalım bir yana, olaylar sırasında Türkiye’nin neresinde
örtülü veya örtüsüz bir kadına saldırıldı? Bir tek örnek var mı?
Dahası, annesi öyle dayak yerken altı aylık bebek nasıl kurtuldu?
O bebeğin bilinci var mı ki, sütten kesilmiş?
Hanımefendi kendisini niçin gizliyor?
Tayyip bu olaya Meclis kürsüsünde değinirken niçin ‘Başbakanlık Ofisimin
yakınında’ dedi? Kabataş neresi, Dolmabahçe neresi!
Bu soruların tamamına adam gibi yanıt verilmelidir.”
* * *
Yazım şöyle devam ediyordu:
“Hiç kimse kusura bakmasın, ben bu gelin hanımın anlattıklarını belgeler
ve tanıklar tarafından doğrulanmadığı sürece- bir çeşit “Kışkırtma” olarak
görüyorum.
Yaptığı ayıptır. Madem böyle bir olay olduğu iddia ediliyor, derhal
kanıtlanması gerekir.
İşte polis, işte savcılar, işte hastaneler, işte uçan kuşu gören MOBESE
kayıtları…
Bu tür yayınlar hele “Biz Müslümanız” diyenlere hiç yakışmaz.
Madem böyle bir olay yaşanmıştır, daha ilk gün mertçe çıkarsın ortaya, olanları
açıklarsın, belgelersin.
Fotoğraf çektireceksen sırtını değil, yüzünü çektirirsin.
Arkanda koskoca iktidar ve Tayyip var. Neden korkacaksın!”
Evet, 14 Haziran günü bunları yazmıştım.
* * *
Sevgili okuyucularım, ben bunları yazalı bir buçuk ay kadar bir zaman
geçti. Konuya daha sonra birkaç kez daha değindim, hiçbir yerden yanıt gelmedi,
Tayyip özür dilemedi.
Son olarak İstanbul Valisi bir süre önce herkesin içinde konuştu:
“Benim (bu olayla ilgili) böyle kamera kayıtlarından haberim olmadı ve
görmedim.”
İstanbul’un göbeğinde Tayyip’in yakını olan AKP’li Bahçelievler Belediye
Başkanı’nın gelini Zehra böyle dayak yiyecek, maskeli, belden yukarısı çıplak,
deri eldivenli, başları bantlı 100 kişi altı aylık bebeği ile birlikte (!) onu
dövüp sonra üzerine işeyecek ve aradan haftalar geçmiş olduğu halde İstanbul
Valisi bu olayı bilmeyecek!
Vali’nin bu sözleri her şeyi açığa çıkardı, Tayyip dahil yalancıların
mumunu söndürdü.
* * *
Ama esas önemli gelişme dün yaşandı. CHP Milletvekili Umut Oran bu olayı
İçişleri Bakanlığı’na sormuştu. Bakanlığın dün verdiği yazılı yanıt özetle
şöyle:
“Söz konusu olayla ilgili olarak polise başvuru olmamıştır. Bu konuda
tarafımızdan yürütülen herhangi bir soruşturma yoktur.”
* * *
Tayyip’in Meclis kürsüsünden yalan söylediği böylece bir kez daha
belgelenmiş oldu.
Şimdi sıra bu şahsın Türk Milleti’nden özür dilemesine geldi:
“Ben Meclis kürsüsünde ve daha sonra çeşitli zamanlarda bu hayali olayı
sömürdüm, yalan söyleyerek ve din duygularını kullanarak toplumu kışkırtmaya
kalkıştım. Ancak şimdi anladım ki birileri beni her zaman olduğu gibi dolduruşa
getirmiş ve millete yalan söylememe neden olmuştur. Gecikmiş bile olsam, bir
başbakana yakışmayan bu davranışım nedeniyle herkesten özür diliyorum.”
Bu şahıs özür diler mi?
Türkiye’ye göklerden kurtarıcı olarak indirilen bir “İlah (!)” asla özür
dilemez. Meclis kürsüsüne çıkıp söylediği bu yalan da üzerine işte böyle
yapışıp kalır.
Ülkemizi ciddiyetsiz bir biçimde bilmeden, anlamadan, yalanlarla
yönetiyor.
Başbakanın Alevi olabilmesinin ihtimali bile görünmüyor. Bunu öncelikle
söyleyelim ama var sayalım ki, Alevi oldu. Bu içtimai vaziyetiyle, bunca
insanın yaşamlarını kaybetmesindeki payı, ülkenin yaşanamaz hale gelmesindeki
vebali, olağanüstü kirli siciliyle musahip bulur mu, görgüden geçer mi?
Yazı hacmi elverdiğince buna bakacağız.
Aleviliğin, salt “Ali’yi sevmek” değil, “kıldan ince kılıçtan keskin”
ilkeleri olduğunu bilseydi böyle ucuz bir laf eder miydi, yazının sonunda bunu
da göreceğiz. Ama belli ki, sadece Alevilik konusu değil hiçbir konuda
derinlemesine bilgisi olmayan, sadece eline verilen yazıları okuyan, 500
kelimeyi geçmeyen Türkçesiyle her konuda bilgiçlik taslayan, felsefi, manevi,
insani derinliklerden bihaber olan Başbakanın, Alevilik konusunda da tam bir
bilgi fukarası olduğu görülüyor.
BİLGİSİ YOK FİKRİ ÇOK
Ne içeceğinizden ne giyeceğinize, kaç çocuk yapacağınızdan dünya
liderlerine akıl vermeye değin her konuda konuşan; milletleri-mezhepleri
birbirine karşı kışkırtan, yediğinden çok döken, komşu ülkelerde iç savaş
çıkartan Başbakan, Gezi Parkı refleksinden korkup ani bir kararla “dört dörtlük
Alevi olunca” bize de söz düştü.
Burada yazılanlara itibar eder mi bilmem. Ama biz, Yol’un asgari koşulu
olarak, ülkeye, bölgeye ve millete verdiği tüm kötülükler için tövbe etmesini,
acı çektirdiği, kin ve nefret duyduğu, aç ve açıkta bıraktığı insanlardan,
taşeronlaştırdığı emekçilerden af dilemesini, ölümüne neden olduğu gençlerin
ailelerinden ellerini-ayaklarını öpüp bağışlanmayı istemesini öneririz…
Yol O’nu kabul eder mi; analar O’nu bağışlar mı?
Bu durum tamamıyla acı çektirdiği insanların ve cem ehlinin
takdirindedir. Ancak görünen o ki, bunca kul hakkıyla, acıttığı vicdanlarla,
Gezi Parkı mağdurlarının, Uludere’nin, Reyhanlının ve Suriye’de ölen-öldürülen
onbinlerce günahsız insanın kanıyla Mansur Darını geçmesine “eyvallah”
denilmez! Bütün kamusal görevleri elinden alındığı gibi artık çobanlık dahi
verilmez! İsteklilerin rızasını almadığı, üzerinde asılı olan kul hakkını iade
etmediği sürece Pir, Mürşit, Dede, Rehber, cem ehli Onu aklamaz-aklayamaz!
Bırakın görümden geçmesini, komşuluk yapılmaz, selam verilmez!
Alevi erkânına göre O’nun durumu, en günahkâr düşkün örneğidir ama ne
olacağını somut olarak görmemiz için erkâna girmesi gerekir. Sonra ne olur;
köyden, kasabadan, mahalleden mi kovulur; dövülür mü; evi-ocağı mı yağmalanır;
çoluğuna, çocuğuna, ırzına-namusuna mı göz dikilir? Bunu anlamak için görgüye
çıktığını, Dar’a durduğunu var sayalım.
Pirimin-mürşidimin izniyle şimdi hem görgü nedir onu, hem de ne olacağı
hususunu anlamaya çalışalım. Eksiğimiz varsa tamamlana, kusurumuz varsa affola…
GÖRGÜ (ÖZET)
Görgü cemine niyet edilir, Cemin yürütüleceği ev ile erkânı yürütecek
dede belirlenir. Bütün hanelere peyik salınarak haber verilir. Lokmalarıyla
birlikte ceme davet edilir. Ev baştan aşağı temizlenir, yer-meydan sergisi,
post, minder ve yastıklar yıkanır.
Yıkanıp temizlenen, en temiz giysilerini giyen canlar, tespit edilen
günün (genellikle Perşembe günü) akşamında cemevini doldurmaya başlar. Eşiği ya
da söveyi öpen-niyaz eden can, huşu içinde meydana gelir, secde eder duasını
alır. Lokmalarını lokmacıya teslim ettikten sonra Gözcü Babanın işaretiyle
yerine oturur. Bütün canlar aynı erkân ve dinginlik içinde cem ehlinin yerini almasını,
kapının mühürlenmesini, cemin başlamasını bekler…
Görgü cemlerinde endişeli bir bekleyiş, “kimin görgüden
geçeceğine-geçemeyeceğine, kimin hangi sitamı (cezayı) alacağına” dair heyecan,
merak ve sessizlik hâkimdir.
Cem ehlinin yerini almasından sonra dede canlardan rızalık ister. Cemi
yürütüp-yürütemeyeceğini cem erenlerinden sorar; rızalık ister. Canlardan
itiraz eden varsa yerini bir başka dedeye bırakır, itiraz eden yoksa posta
niyaz eder duasını verir ve oturur. Bir dua ve gülbankla cemi başlatır. Oniki
hizmetin sahipleri yerlerini alır, duaları verilir, çerağ uyandırılır. Artık
herkes candır-canandır, bacıdır-kardeştir. Post, Ali’nindir, Hüseyn’indir,
Oniki İmamlarındır ve nihayet Hace Bektaş Veli’nindir ve onlara vekâleten
dedenindir.
Musahibi olan, ikrar veren canların görgüsü başlar…
Canların affına tekrar sığınarak, diyelim ki, görgüye katılanlardan biri
de “dörtdörtlük Aleviyim” diyen Tayip Erdoğan ve sayın eşidir. Bu “geçitten
geçmek,” hesabını da tüm canlar gibi mahşere bırakmadan bu dünyada vermek
ister. Bilindiği üzere Alevi birey, yapıp-ettiğinin (amelinin) hesabını
mahşerde değil bu dünyada verir. Ancak erkânın kuralları, hem Tayip Erdoğan ve
eşi hem de musahibi bakımından işi-işleği, ruhu ve iç dünyasıyla temiz-pak
olmayı zorunlu kılar. Kimi musahip seçer; Abdullah, Fetullah, Zeydullah (Zeyid
Aslan), Ahmet Çalık, Albayrak, Mursi, Natenyahu?
Bu noktada Tayyip ve yol kardeşinin durumu, tam bir müşküldür!
Münasip bir arkadaşı var mıdır? Diyelim ki küfürbaz Zeyid, Tayip’in yol
kardeşidir… Birlikte Dar’a durup, niyaz olurlar. Başlar secdeye iner ve dede
cem ehline sorar; “ey canlar; ayin-i cem kardeşleri, Tayip ve Zeyid eşleriyle
birlikte secdedir. Meydan-ı Ali’de başlar secdede olan bu canlarımız ağyarlarına
(sizlere) derler ki;
‘Bizim ağrıttığımız,
incittiğimiz, kırdığımız kalpler, yaktığımız gönüller var ise işte meydandayız,
post üstünde secdede, Mansur darındayız. Bizden şikâyeti olan meydana koysun
ki, bilelim, karşılayalım, helalleşelim…’ Bu canlardan ağrıyan, incinen varsa
işte meydan; dile gelsin bile gelsin; bu canlara ne dersiniz, hoşnut musunuz;
kan-i rıza mısınız?”
İçeriden-dışarıdan olağandışı bir uğultu yükselir; bugüne değin herhangi
bir cemevinde böyle bir uğultu ne görülmüş ne de duyulmuştur! Uzak illerde dahi
denilmiştir ki, “Tayip ve Zeyid ailesi görümden geçecek!” Haberi alan, istekli
olan dinli-dinsiz yetmişüç milletten insan hakkını, hukukunu, evladını,
kopartılan kolunun, çıkartılan gözünün hesabını sormak üzere oradadır… Kamer Genç
de cemdedir. Hem kendisine galiz küfürler eden Zeyid’den, hem de “bu ülkenin en
büyük talihsizliğidir” dediği Tayip’ten isteklidir.
Dedenin sualine bir ağızdan; “razı değiliz; istekliyiz” diyerek karşılık
verirler…
“Gerçeğe huu!” diyen dede, edep-erkân üzere tek tek konuşulmasını ister.
Önce Uludere’nin bağrı yanık anaları-babaları, sonra Reyhanlı sakinleri,
arkasından en başta Ali İsmail’in anası Emel Korkmaz olmak üzere Gezi Parkı
mağdurları konuşur. Sonra evlatlarının kaybını Tayip Erdoğan’ın silahlandırdığı
El Nursa-El Kaide çetelerinin katliamına bağlayan bağrı ve bahtı kara Suriyeli
analar, en sonunda da özelleştirilen- taşeronlaştırılan işyerlerinden kovulan
işsizler ve boğaz tokluğuna çalıştırılan işçiler söz alır.
Milyonlarca can Tayip Erdoğan’a “günahkâr” diyerek bağırmaktadır!
Yüreği yaralı ana, baba, kardeş, yar-yaren; “istekliyiz; yavrularımızı,
yıkılan evlerimizi, yakılan köylerimizi, illerimiz, işimizi, ekmeğimizi
istiyoruz” diyerek ilenmekte, Tayip ve arkadaşlarına beddua etmektedirler!
Anaların feryadı gök kubbeye ulaşmış, bütün evreni sarmıştır. Tayip, Zeyid ve
eşleri terden sırılsıklamdır; geldiklerine geleceklerine “dörtdörtlük Alevi”
olduğunu söylediğine pişman olmuştur ama bu kadar ucuz olmadığını, bundan böyle
şu dinden bu ırktan değil, önce insan olmak gerektiğini anlamış mıdır
bilinmez…
Destur istemeden, edep-erkân dinlemeden kalkar, arkasını döner,
cemevinden çıkar, köyü, mahalleyi ve şehri terk eder…
Empati yapar mı, aslında ne olup-olmadığını, cennet ve cehennemin bu
dünyada olduğunu, Alevi inancında sorgu-sualin bu dünyada yapıldığını, “kul
hakkı” denilen temel unsurun ne denli yaşamsal olduğunu kavrar mı, bilinmez.
Bilinen odur ki, Tayip görümden kaçmış, Alevi olmaktan vazgeçmiş, düşkünlük
hırkasını giymiştir…
Alevi erkânına göre O, insan içine çıkmaması, selam verilip selamı
alınmaması gereken bir düşkündür artık!
Yazarın notu: “neden hep Alevilik konusunu deşeliyorsun; amacın ne”
diyerek eleştiren, tehdit eden, telefon ederek, özelime yazarak gözdağı vermeye
çalışan sevgili okurlar:
Gece-gündüz dinin konuşulduğu, sabahlara dek davulların çalındığı,
devlet televizyonlarından hamile kadınların evden çıkmamalarının önerildiği,
bütün devlet kurumlarının ve özel sektörün dini kurallara göre yeniden
tasarımlandığı, Suriye halkını katleden katillerin beş yıldızlı otellerde konuk
edildiği ülkemde bu rezilliklere itiraz etmiyorsunuz da, şu mütevazı sitede
yazmaya çalıştığım yazılara mı itiraz ediyorsunuz?
YAZIKLAR OLSUN SİZE; İNSANLIĞINIZA
Tekrar ediyorum; Alevilik bu toprakların hem de en kadim, en eski, en
saygın-barışçıl, en insancıl inancı değil mi? Mensupları horlanmıyor mu, evler
işaretlenip korku salınmıyor mu; ateşlere atılıp yakılmıyor mu? Aleviliğin ne
olduğunu bilmeyen milyonlarca insanın nefret ve iftirasıyla karşılaşmıyor mu?
Eğer vicdanınız varsa, insansanız, beni susturmaya çalışacağınıza önce
cemaate, sonra Başbakanınıza dönüp; “yahu yollarını-yordamlarını
bilmediğiniz-tanımadığınız bu insanlara neden bunca kin güdüyor, eza-cefa
ediyorsunuz; haklarını iade etmek için daha ne bekliyorsunuz, ayıp değil mi,
gerçek dünyada nasıl hesap vereceksiniz?” deseniz ya…
Bunu sorun, biraz sorgulayın!
Başbakan gibi her eleştiri getirene köpüren, düşmanlık güden; “asın,
kesin, tutuklayın, üzerlerine gaz ve zehir atın” diyen, bu kanunsuz-insanlık
dışı emirleri yerine getiren polisi taltif eden diktatörü bırakıp, “niye
yazıyorsun” diyerek beni yargılarsanız ayıp edersiniz ayıp!
Murtaza Demir
Soru hep tersten soruldu: ABD için AKP’nin kullanım değeri tükendi mi?
Doğru soru ve cevap Somali’den geldi
Türk Büyükelçiliği’ne saldırı bir işaret fişeği. ‘Model ülke’ olarak öne
çıkarılan ‘AKP Türkiyesi’, artık İslam dünyasında geçer akçe değil
Savaşın sürdüğü Afganistan’da Taliban’ın bile saldırmadığı Türk bayrağı,
Somali’de intihar saldırısının doğrudan hedefi oldu
Geçen hafta başkentteydim. Bizim Ankara bürosunun karasularını ihlal ederek
hızlandırılmış bir kulis turu yaptım.
Fazla yoruma girmeden aktaracağım.
Mevsim yaz. Fakat siyaset tatilde değil. Kulisler de.
***
Ankara kulisinin temel konularından biri, AKP’nin miadı.
Soru şöyle: “ABD, Tayyip Erdoğan’ın üstünü çizdi mi?”
Cevaplar, “çizdi” diye başlıyor “ama” ile devam ediyor.
Özellikle Kılıçdaroğlu çevresindeki hava: “Tayyip Bey gözden çıkarıldı.
Ama hemen gönderilmeyecek. Gidişin zaman ve zemini yoklanıyor...”
Durumdan, kolaycı “vazifeler” de çıkarılıyor CHP’ye.
***
Doğru soru ve cevap Somali’den geldi.
Soru: İslam dünyasında AKP’nin ne kadar kullanım değeri kaldı?
Cevap: Türk Büyükelçiliği’ne saldırı bir işaret fişeği. ‘Model ülke’
olarak öne çıkarılan ‘AKP Türkiyesi’, artık İslam dünyasında geçer akçe değil
fazla.
Savaşın sürdüğü Afganistan’da Taliban’ın bile saldırmadığı Türk bayrağı,
Somali’de intihar saldırısının doğrudan hedefi oldu.
Sonuç:
Bir: AKP’nin Washington’daki değeri, İslam dünyasındaki kullanım
değerinin toplamıdır.
İki: ABD, İslam pazarında geçmeyen ya da değeri hızla eriyen bir parayı
elinde tutmaz.
***
Somali’de ne oldu?
Hedef: Doğrudan Türkiye’nin Mogadişu Büyelçiliği.
Olay: İntihar saldırısı (27 Temmuz). İlk kez bir intihar saldırısının
hedefi olduk yurt dışında.
1 polisimiz şehit, 2 de yaralı.
3 intihar saldırganı da öldürüldü.
Örgüt: El Kaide’ye bağlı El Şebab üstlendi.
Zamanlama:
Suriye’de, hemen sınırımızda iki örgüt birbiriyle savaşıyor: PKK’nın
Suriye kolu PYD ile El Kaide’nin Suriye kolu El Nusra Cephesi.
Türkiye önce El Nusra’yı destekledi. ABD araya girince, PYD’ye çevirdi
desteğini. Lideri Salih Müslim’i Türkiye’ye davet etti resmen. Suriye’nin
kuzeyinde PKK hükümeti kurulmasını bile kabul etti.
Sonuç:
El Kaide, Reyhanlı’dan sonra, Türkiye’yi Somali’den de uyardı. Yeni
Reyhanlılar, yeni Mogadişular gündemde. Bütün belirtiler öyle gösteriyor
maalesef.
***
AKP nerelerde geçer akçe değil artık?
İran ve bütün Şii dünyası: Kürecik’te radar üssü ve Suriye politikası
yüzünden.
Körfez ülkeleri, Suudi Arabistan ve Ürdün: Kayıtsız şartsız İhvan
destekçiliği nedeniyle.
Irak: Barzani ile ittifak politikası.
Filistin: Kudüs yerine Gazze’yi, Filistin devleti yerine Hamas’ı tercih
ediyor.
Suriye ve Lübnan: Suriye’deki iç savaşın baş destekçisi.
Mısır: İhvan dışında bütün toplum kesimlerini karşısına aldı.
AKP’nin Tunus ve Libya’dan kovulması da yakın gözüküyor.
***
Ve Türk cumhuriyetleri.
Din ve mezhep temelli bir dış politika yürüten AKP’nin Türk
cumhuriyetlerinde hiçbir karşılığı yok.
AKP Türkiyesi’nin İslam dünyasında bir tek ciddi dostu kaldı mı?