Suriye’de PKK’nın yan örgütü PYD, 3 ilde
özerklik ilan etti. Son il, Kilis’in karşısına düşen Afrin’de, dün özerk
bölge kantonu ilan edildi. Cizire Kantonu, 21 Ocak’ta, Kobani’de de 27
Ocak’ta özerk kanton yönetimi ilan edildi.
Her üç kantonun dört ay
içinde genel seçimlere gidecekleri duyuruldu. Geçen yıl Kasım ayında
PYD, Suriye’nin kuzeyinde özerk yönetim için 82 kişilik “Kurucu Meclis”
oluşturdu. Bu toplantıda 3 kantondan oluşan bir özerk yönetim
oluşturulması planlandı. 3 kanton bölge, Kilis’in karşısına düşen Afrin
ve çevresi, Suruç’un karşısındaki Kobani adıyla Aynelarab ve çevresi ile
Cizîrê olarak adlandırılan Nusaybin’in karşısında yer alan Kamışlı’dan
Haseki’ye kadar uzanan bölgelerden oluşuyor.
PYD’nin iddiası ve gerçekler
Özerklik ilanının iki önemli yanı var.
İlki, PYD’nin özerk bölge olarak ilan ettiği yerlerin tümünde
hakimiyetinin olmaması. Bölge kaynaklarının verdiği bilgilere göre
Suriye’nin kuzeyinde; PYD’nin verdiği isimle Serekaniye, resmi adıyla
Resulayn’da tam hakimiyetleri var. Mardin Şenyurt’un karşısında bulunan
Dirbesiye’de de aynı şekilde PYD hakim. Derik ve Kobani şehir
merkezlerinde hakimiyet ellerinde. Fakat bu şehirlerin hemen çevresinde
rejime karşı savaşan diğer gruplar hakim. Bölge kaynakları, Kamışlı’da
sadece birkaç caddede PYD’nin varlık gösterdiğini, kentin Suriye rejim
güçlerinin elinde olduğunu bildiriyor. Haseki’de ise PYD’nin hiç
hakimiyeti yok.
Ancak bu durum, sözkonusu gelişmelerin
önemsiz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine Suriye’ye yönelik
emperyalist operasyonun, stratejik hedefleri içinde en önemlisi olan,
ülkenin kuzey bölgesinde bir “Kürt koridoru” oluşturulması için bir
oldubitti girişimiyle karşı karşıyayız.
MİT ve Dışişleri’yle görüşmeler
Bu gelişmenin ikinci ve daha önemli yönü,
bütün bu adımların MİT ve Dışişleri ile istişareler içinde atılması.
PYD lideri Salih Müslim Hürriyet’e verdiği demeçte, “2013 Temmuz ayında
demokratik özerklik için çalışmaya başladık” diyor. Müslim’in açıkladığı
bu tarih, Türkiye’de MİT ve Dışişleri Bakanlığı yetkilileriyle
görüşmeler yaptığı döneme denk geliyor. “Esad yönetimiyle bütün
bağlarını kopartma” şartıyla Türkiye’ye davet edilen Müslim, Temmuz ve
Ağustos aylarında MİT ve Dışişleri’yle görüşmeler yapmıştı. MİT ve
Dışişleri’nin daveti üzerine 24 Temmuz’da Türkiye’ye gelen Salih Müslim,
Dışişleri Bakanlığı yetkilileri ve MİT Müsteşarı Hakan Fidan’la
biraraya geldi. 25 Temmuz’da Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile
görüşen Müslim, Ağustos ayında bir kez daha Türkiye’de görüşmeler yaptı.
Ayrıca PYD mensupları birden fazla defa Türkiye’ye gelerek MİT ve
Dışişleri’nden muhataplarıyla biraraya geldi.
MİT: Kazanımlarınızı heba etmeyin!
AKP hükümetinin yayın organı Yeni Şafak
gazetesi 26 Temmuz 2013’te, Temmuz ayındaki görüşmeyle ilgili haberde şu
bilgilere yer verdi: “MİT heyeti Müslim’e, bölgesel paradigmaların
değiştiğini anlatarak, ‘Baas rejimi altında yıllarca ezilmiş Kürt
kardeşlerimizin kazanımlarını siyasi ihtiraslara heba etmeyin. Suriye
halkı olarak geleceğinizi yeniden şekillendirirken yeni çatışma alanları
oluşturmak herkesin kaderini kötü etkiler’ mesajı verdi.”
MİT yetkililerinin “yeni çatışma
alanları”ndan kastı, o günlerde PYD ile ÖSO ve diğer muhalif güçler
arasında şiddetlenen çatışmalardı. Nitekim sonraki süreçte zaman zaman
çatışmalar olsa da PYD ile diğer gruplar arasında önce yazılı olarak
imzalanan fakat kısa bir süre uygulanabilen ateşkes ve birbirinin
alanına müdahale etmeme anlaşması defacto olarak uygulanmaya başladı.
Dışişleri ve MİT: Özerkliğe karşı değiliz
Müslim, Türkiye’deki görüşmelerini
anlattığı PKK yayın organı ANF’de, görüştüğü MİT ve Dışişleri
yetkililerinin kendisine kurmayı düşündükleri “geçici özerk yönetim”e
karşı olmadıklarını söylediklerini açıkladı. Müslim’in bu açıklaması
bugüne kadar yalanlanmadı. Müslim görüşmelerini şöyle anlattı:
“Rojava’da halkın kendi bölgelerinde denetimi ele geçirmesinin üzerinden
bir yıl geçti. Bu tecrübeden anladık ki; artık bir yürütmenin olması
gerekiyor. Bütün oluşumların, herkesin yer alabileceği Kürtlerin,
Türkmenlerin, Arapların içinde yer alabileceği siyasi bir çözüm
buluncaya kadar bir geçici bir yönetim kurulması fikriydi. Bunu anlattık
görüşmelerimizde. Türk yetkililer ‘bu sizin hakkınızdır’ dediler.”
MİT-Öcalan görüşmelerinde öncelikli konu
Suriye’nin kuzeyinde Esad yönetiminin
hakimiyetini yitirmesi çabası, MİT-Öcalan görüşmelerinin de temel
gündemlerinden birisi. Geçen yıl Eylül ayında Selahattin Demirtaş,
Öcalan’ın Suriye konusundaki değerlendirmesini de şöyle aktarmıştı:
“Suriye’de Özgür Suriye Ordusu şahsında temsil edilen muhalefet de kendi
geçici yönetimini oluşturdu. Rojava bölgesindeki halk da kendi geçici
yönetimini oluşturuyor. Dolayısıyla bu geçici yönetimlerin Cenevre’de
tek bir hükümete dönüşebileceğini, ortaklaşılabileceğini ve bu şekilde
de çözüme gidilebileceğini düşünüyor.”
Kanun tanımayan bir Başbakan!
Yargıya meydan okuyan bir başbakan oğlu!
Erklerin birbirini gırtlakladığı vahim bir manzara!
Tescilli hırsızların protokola alındığı bir ülke fotoğrafı.
Polisi ve yargısı bir örgüt ya da çete tarafından teslim alınan bir vatan.
Bizzat Başbakan'ın devletin içinde paralel devlet var itirafında bulunduğu korkunç bir tablo.
Üretmeyen ekonomisi ile uçurumun kenarına gelen ve astronomik faiz artışı ile son barutunu tüketen bir memleket.
Halkı bizzat Başbakanı tarafından nerede ise her gün Türk-Kürt-Laz-Çerkez-Boşnak ve Gürcü diye etnik temelde ayrıştırılan bir coğrafya!
Dindar olanlar ve olmayanlar diye inanç bölücülüğünün iktidar tarafından yapıldığı bir ülke!
Mezhepçiliği ve sünniciliği Türkiye'nin resmi politikası yapan fundamentalist bir anlayış!
Suriye'de El Kaide ile saf tutan ve Türkiye'yi onun yörüngesine sokan bir devlet yönetimi.
Yanlış Irak politikası ile Türkiye'nin Kerkük gibi kırmızı çizgilerini paspas yapıp Büyük Kürdistan'ın ilk ayağı Barzanistan ile inşa eden bir zihniyet.
Yine yanlış Suriye politikası ile fiili El Kaide devletinin yanısıra Suriye Kürdistan'ını imar eden bir körlük ve sığlık !
Doğu Akdeniz ve Ege'de Yunanistan, Kıbrıslı Rumlar ve İsrail'e peşkeş çekilen ulusal çıkarlarımız.
İlaveten Güneydoğumuzun komple PKK'ya peşkeş çekilmesi ve PKK'nın yeni bir vatan yaratma adına önünün açılıp ve serbestiyet tanınması.
Özet olarak sunduğum bu tablo Türkiye için beka sorunu olmanın ötesinde varlık-yokluk hadisesidir.
İşte bu dehşet tablosuna Türk Silahlı Kuvvetlerinin sonuna kadar kayıtsız kalması düşünülemez.
Diyeceksiniz ki Tayyip'in generalleri buna izin vermez!
Hep söylüyoruz TSK'nın gövdesi millidir ve son noktada kurumsal olarak doğal bir tepki verir.
Peki bu ne zaman mı olur?
Apo'nun İmralı'dan isyan borusunu üfürmesiyle ki bu çok uzak değildir.
Onbinler ve yüzbinlerin Güneydoğu'da isyan adına sokağa çıktığı ve Batı illerinde buna karşı tepkilerin doruğa çıktığı tabloda ülkeyi yok olmaktan Rıza Sarraf'ın protokol arkadaşı Tayyip Erdoğan mı kurtaracak?
Buradan hareketle diyoruz ki yeni bir darbe için şartlar bir bir tamamlanıyor.
Sakın ha bu satırlarım darbe şakşakçılığı diye okunmamalı zira böyle bir darbe yapılırsa denge olsun diye ilk tutuklanacak olan bizleriz. Benim yaptığım bir tespit ya da öngörüdür.
Duyduk duymadık demeyin Türkiye'ye yönetilemez hale getiren Tayyip Erdoğan askere gel gel yapıyor...
Esenyurt'ta MHP'lilere yapılan baskın ve Şişli belediyesinin taranması yeni sürecin işaret fişeği gibidir...Hiç temenni etmem ama şayet böyle bir darbe olursa dilerim ipler NATO'da değil Atatürkçülerde olsun!
ALİ BABACAN'DAN BAŞBAKAN'A ÜRPERTEN RAPOR
Dün dinlediğime göre Ali Babacan ile uluslararası fon yöneticilerinin nabzını tutmak için Avrupa ve ABD turu yapan Maliye Bakanı Mehmet Şimşek acil kodu ile Başbakan'dan randevü alıp şu uyarıları yapmışlar:
-Faizleri agresif biçimde artırmazsak değil yeni fon bulmamız, mevcut fonları Türkiye'de tutmamız mümkün değil.
-Piyasamızda panik havası var, bunu gideremezsek dolar 2.7 bile aşar.
-Dövizin değil daha fazla artması , bu düzeyi bile onlarca şirketimizi batırır ve işsizlik ve paniğe sebep olur.
-FED'in yeni tahvil politikası agresif faiz artışını zorunlu kılan bir başka faktör.
-Mevcut fırtınanadan bizi koruyacak yegane liman Brezilya düzeyinde bir faiz oranı.
-Tedbir de geç kalırsak Yunanistan gibi oluruz ve ayağa kalkmamız çok güçleşir..
Brifing sonunda bir hafta önce faizi yükseltmeyen Merkez Bankasını alkışlayan Erdoğan olur veriyor.
Soru şudur: Bir haftaya sığan bu tezat görüntü Türkiye'nin nasıl idare edildiğinin resmidir.
KILIÇDAROĞLU VE BAHÇELİ'DE FETHULLAH AŞKI!
Bu aralar hem CHP hem MHP'de bir Fethullah aşkı depreşti ki sormayın gitsin!
Dayanışmalar, methiyeler, kolkola girmeler artık açıktan!
Adeta siyasi yoldaş oldular.
İyi de ey CHP; Başbakan'ın ima ve ifadesi ile bu çete değil midir eski genel başkanınız Deniz Baykal'a kaset tertibini yapan?
Keza ey MHP; bu örgüt değil midir genel başkan yardımcılarınızı kasete çeken?
Aynı şekilde bunlar değil midir TSK'ya kumpas kuran?
Bunlar değil midir Emniyet Teşkilatını tarumar eden?
Bunlar değil midir devlet içinde devlet kuran?
Bunlar ise söyleyin nedir bu haliniz?
Ne o yoksa Tayyip'in boşaltacağı alana siz mi talipsiniz?
Diyecekler ki biz onları kullanıyoruz!
Siz onları kullanamazsınız, o sizi kullanır haberiniz ola!
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/sabahattin-onkibar/32711-sabahattin-onkibar-askeri-mudahaleye-adim-adim.html
Para Kurulu 28 Ocak akşamı olağanüstü toplantı yapacağı yönündeki kararını açıklayarak “ısrarla uygulanmakta olan” zorlama faiz politikalarının terk edilebileceğinin ön işaretlerini verdi. Bu açıklamaya karşı piyasalarda “iyi niyet gösterisi” yaptı ve kurlardaki hareketliliği gün içinde adeta dondurdu. Akşamı bekledi. 28 Ocak gecesi saat 12’de açıklanan “faizleri anlamlı biçimde yükseltme” kararına ise piyasa hemen tepki verdi. Dolar ve Euro kurlarını “hızla” hemen aşağıya çekti. 29 Ocak'ın ilk saatlerinde Dolar 2.19 Euro 2.98 üzerinden işlem görmeye başladı.
Merkez Bankası son on günlük dönemde kurları baskılayabilmek için doğrudan müdahale ile ciddi döviz satışı yapmıştı. Yaptığı yüksek tutarlı döviz satışlarına karşın, döviz talebini karşılayamıyor ve kurlar yukarı yönde hareket etmeye devam ediyordu. Piyasa açıktan meydan okumakta ve faiz artışını zorlamaktaydı. Merkez Bankası olağanüstü Para Kurulu toplantısı ile bu meydan okumayı gördü ve piyasalara aldığı karar ile “uyum mesajı” verdi.
BAŞBAKAN RAĞMEN FAİZLER YÜKSELTİLDİ
Merkez Bankasının daha fazla rezerv tüketme niyeti yoktu. Tersine bir an önce “sıcak para girişinin yeniden” başlamasını, hızlanmasının istiyordu. Türkiye’nin yüksek cari açığının ve kısa vadeli dış borç ödemelerini “doğrudan yabancı sermaye” girişi ile finanse etme imkanı yoktu. Yaşananlardan bu durum açıkça anlaşılmıştı. Kısa vadeli sermaye girişine-sıcak paraya, bir kez daha “kurtarıcı olarak” çağrı yapılıyordu. Kısa vadeli sermaye girişlerinin başlanması içinde dış yatırımcı için cazibesini kaybetmiş olan yurtiçi faiz oranlarının yükseltilmesi gerekiyordu.
Başbakan gün içinde Merkez Bankasının faizleri yükselmesini beklemediğinin vurgusunu yapmıştı. Son bir hafta içinde kurlar hızla yukarı doğru hareketlenmeye devam ederken, Ekonomi Bakanı faizlerin yükseltilmemesi yönündeki açıklamalarını sürekli olarak sürdürmüştü.
Merkez Bankası bu çağrılara karşın faiz oranlarını anlamlı oranda yükseltti. Bu yeni faiz oranları ile birlikte Türkiye’nin AKP İktidarının on yıllık iktidarı döneminde uygulanan “yüksek faiz düşük kur” politikasına dönüp dönemeyeceğini ve sıcak para-kısa vadeli sermaye girişinin yeniden artışa geçip geçmeyeceğini şimdilik bilemiyoruz. Ancak Merkez Bankası sıcak paraya açık çağrısının “daha yüksek faiz” kararı ile yaptı. Piyasaların Merkez Bankasının “faiz yükselteme” kararına hemen cevap vermesinin “sıcak para akımının” yeniden başlatılmasına hazır olduklarının işareti olarak gördük.
SICAK PARA TÜRKİYE'DEN UZAKLAŞTI
2013 yılının Mayıs ayı içinde FED kaynaklarından gelen haberler, 2008 sonrasından başlayarak aralıksız olarak “piyasalara sağlanan likidite bolluğunun” sınırlanacağı yönünde oldu. Türkiye’ye dönük “kısa vadeli sermaye akımı-sıcak para girişi” bu gelişmeden hemen etkilendi ve Türkiye’nin uluslararası piyasalardan kullandığı kaynak akımı imkânı daraldı. Durmadı ancak Türkiye’nin yüksek cari açık ve kısa vadeli dış borçlarını finanse etmesini zorlaştıran bir düzeye indi. Bu daralma 2013 yılının sonuna kadar devam etti. Sonra ABD kaynaklı likidite akımının süreceği ancak kullanım miktarının kademeli olarak azaltılacağı açıklandı. 2014 başındaki bu açıklama Türkiye benzeri gelişmekte olan ekonomilere yönelik kısa vadeli kaynak akışının daha da daraltıcı yönde etkili. Cari açık ve yüksek düzeydeki dış borç ödemelerinden kaynaklanan yüksek düzeydeki döviz talebinin sürmesine karşılık kısa vadeli kaynak girişinin azalıyor olması karşısında kurlar yukarı yönlü tırmanmaya başladı. Kurların gösterdiği hareketlilik dalgalanma olmaktan çıktı ve süreklilik kazanarak “devalüasyon” etkisi yarattı. 2013 yılının son çeyreğine girildiğinde yıllık enflasyon hızının %7 seviyesinin üzerinde gerçekleşeceğinin somutlaşması ile reel faizlerin sıfırlanmakta olduğu görüldü. Kısa vadeli kaynak girişinin-sıcak para girişinin faiz cephesinden de zor’a girdiğini ayrıca gördük.
Uluslararası mali piyasalardan Türkiye’ye dönük “sıcak para” bir yönü ile, likidite daralması nedeniyle yavaşlayıp-daralırken, Türkiye içinde yükselen enflasyona karşı düşük faiz uygulamasında dayatmanın sürdürülmesi sonucu, yavaşlayıp-daraltmakta olan “sıcak para” Türkiye den hızla uzaklaşmaya başlamıştı.
2013 yılının ikinci yarısında yaşanan bu süreç değişik siyasi açıklamalar ile örtülmeye çalışıldı. Ancak 2013 Aralık ayı başında açıklanmış olan IMF’nin 2013 Yılı Türkiye raporunda, yüksek cari açık tehdidi altındaki Türk Ekonomisinde sonuçları açık olmayan, muğlak para politikası uygulama sonuçlarının mutlaka gözden geçirilmesi isteniyordu. Faiz politikasının etkinliği IMF’ye göre tartışmalı idi.
Merkez Bankası bu çağrıların hepsine 28 ocak gecesi “olumlu yanıt verdi”.Sıcak paraya kuvvetli bir çağrı yaptı. Önceki yazıda vurgu yapmıştık. Şimdi tekrarlamakta yarar var. Değerlendirme daha önceki dönemlerde Merkez Bankası Başkanlarından G.Erçel tarafından yapıldı: “ Sıcak para uyuşturucuya benzer. Aldıkça rahatlarsınız, uyuşursunuz. Almadığınızda dengeniz bozulur.Türkiye’nin sıcak para deneyiminde de hep benzer şeyler oldu. Kovmak istedik TL değer kaybetti. Ekonomik büyüme duraksadı. Bunu önlemek için faiz artırımı dahil sıkı para politikasına yöneldik. Sıcak para tekrar geldi. Karşılaştığımız sorunları kısa dönem için olsa da yok etti.”
Nazif Ekzen
http://www.odatv.com/n.php?n=faiz-lobisinin-fendi-erdogani-yendi-2901141200
Bir Başbakan'ın bu gibi hallere düşmesi bühtandır.
Elinde bir resim Mustafa Sarıgül'e saldırıyor.
Ancak güya yolsuzluğu kanıtlayan elindeki büyük resim orijinal değil rötuşlu yani fotomontaja tabi tutulmuş.
Abdullah Gül, Kemal Unakıtan, Şaban Dişli ve Yasin El Kadı gibi isimler o resimden uçurulmuş.
Söyleyin bir fotoğrafta bile hileye başvuran birine kim neden inansın?
Hem Başbakan sen değil misin, kimi kime şikayet ediyorsun. Gereğini yapsana!
10 yıl susup yargıda beraat ile sonuçlanan bir konuyu böylesine mugalata malzemesi yapmak ayıptan öte hicap değil mi?
Bitmedi, bu aralar hangi taşı kaldırsak altından mahdum Bilal çıkıyor.
Ümraniye Belediyesi'ne ait tesislerin TÜRGEV'e devri dün gazetelerdeydi.
Keza Kılıçdaroğlu'nun ifadesi ile TÜRGEV'in hesabına yatırılan meçhul 99 milyon (trilyon) olayı mide bulandırıyor.
Erdoğan'ın hayırsever deyip protokol sıralarında beraber pozlar verdiği Sarraf'dan sonra bu gidişle Bilal da yargıyı çok meşgul edeceğe benziyor.
İŞTE MİLLİ İRADE HIRSIZLIĞI
Tayyip Erdoğan'ın yeni istismar argümanı milli irade hırsızlığı!
Savcının yolsuzluk soruşturması yapmasını
bile milli irade hırsızlığı
gibi sunuyor.
Ona göre sandıktan çıkana her yol mubah!
Kuvvetler ayrılığı diye bir şeyi tanımıyor.
Peki milletin iradesi gasp edilemez mi?
Edilir...
Nasıl mı?..
Milletin sandıkta verdiği oyları çöpe atarak...
Bunun en yaygın örneği nerede mi var?
Tayyip Erdoğan'ın yönettiği Türkiye'de.
Yüzde 10 baraj
olayı en büyük milli
irade hırsızlığıdır çünkü milyonların iradesi bu şekilde yok sayılıyor.
Dolayısı ile en büyük milli irade hırsızı
kimdir siz
cevap verin!
SİLUET YALANCILARI!
İstanbul'un tescilli silueti malum Sultanahmet camimizdir.
Ve o muhteşem siluet AKP'nin rant minareleri yani malum gökdelenlerle kirletildi.
Kirleten kim mi?
Mezarlıklar üstünde AKP'nin İstanbul yeni il binasını inşa eden müteahhittir!
Kirlettiren ise ona bu izni verenlerdir.
Hatırlayın Başbakan çok tepki gelince her hafta önünden iki kere geçtiği o kirli gökdelenlerden haberim yok demişti.
Keza Kadir Topbaş da benzer şeyleri dillendirmişti.
Derken kamuoyunda tepki oluştu ve mahkeme o gökdelenlerin tıraşlanmasına karar verdi.
Peki sonra mı?
AKP'li Kadir Topbaş mahkemenin tıraşlama kararına itirazda bulundu!
Siluet pisleticileri kim kararı siz verin!
HEM FETHULLAHÇI HEM AYDIN OLUNABİLİR Mİ?
Aydınlar paralel devlet söylemine karşı bildiri yayınlamış!
Zaman Gazetesi boyuna bu haberi veriyor.
İmzacılara baktım eski solcular ağırlıkta.
İyi de arkadaş cemaat kavramı ile solculuk nasıl yanyana gelir?
Cemaat kollektif yani şeyh iradesini, solculuk ise birey insiyatifini öne çıkarmaz mı?
Öyle ise nasıl oluyor da bu sözde solcular bir cemaat ile kol kola girebiliyor?
Ayrıca bugünün Türkiye'sinde devlet içindeki cemaat çetelerinin varlığını hangi akıl ve vicdan inkar edebilir?
Yok bunlar aydın falan değil düpedüz Abdullah Cevdet kafalı emperyal lejyonerler güruhudur.
CEM UZAN'IN MEKTUBU
Cem Uzan bir süre önce Aydınlık'da çıkan yazım ve yayınlanan "Takkeli Firavunlar" isimli kitabımla alakalı olarak bir mektup gönderdi.
Eski patronum olan Cem Uzan yazdıklarımın bazı bölümlerine itiraz ediyor, Motorola'nın Telsim operasyonu gibi birkaç konuya da hak veriyor.
Cem Bey röportaj için beni yaşadığı Paris'e çağırıyor.
Benim Sayın Uzan'a önerim bir kitap yazması ve herşeyi orada anlatmasıdır.
Çok iyi biliyorum ki Cem Bey'de kıyametler koparacak bilgiler var.
Hele hele AKP kurulurken ona AKP cenahından yapılan teklifler eminim çok ilgi çekecek.
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/sabahattin-onkibar/32617-sabahattin-onkibar-fotomontaj-tayyip-ve-bilal-oglan.html
Şahsi kanaatime göre Cansu Çamlıbel (Hürriyet) dış politika konusunda şimdiden Türkiye’nin en iyi gazetecilerinden birisi oldu. Çok kez dile getirdim. Onun Pazartesi günleri yayınladığı “Yüz Yüze” başlıklı söyleşilerinde birçok yeni bilgi ediniyor, yeni perspektifler kazanıyorum.
Çamlıbel bu pazartesi (Hürriyet-27.01.2014) Türkiye’de PKK’nın Suriye kolu olarak tanınan PYD’nin lideri Salih Müslim Muhammed ile yaptığı söyleşiyi yayınladı.
Söyleşide Salih Müslim Türkiye’nin Suriye politikasını yerden yere vuruyor, açıkça söylemiyor ama Recep Tayyip Erdoğan (RTE) ve Ahmet Davutoğlu’nu (AD) halkına yalan bilgi vermek ile itham ediyor.
Müslim’in bazı ağır ithamları Çamlıbel tarafından şu minvalde vurgulanıyor:
1)(Suriye’ye) Türkiye’den silah gidiyor.
2)(Bu uğurda) Türkiye Katar’dan aldığı paradan nemalanıyor.
3)(Suriye’de) Türkiye saray entrikaları çeviriyor.
Bu ağır ithamlardan önemle ikincisi doğru ise RTE ve AD dünyaya bir kez daha rezil olurlar.
***
Cansu Çamlıbel’in Salih Müslim Muhammed’e sorduğu ve aldığı bazı cevaplar özetle şöyle:
-Rojava’da Kürtlerin kurduğu YPG güçleriyle çatışanlar kim?
-Bunlar değişiyor. Daha önce biliyorsunuz rejim güçleri vardı. 2012 Temmuzunda biz rejim güçlerini tamamen dışarı çıkardık… Sonra 2012’nin Ekim ayında Serekaniye saldırısı başladı. Saldıranların hepsi Türkiye’den geldi.
***
-Kim bu saldıranlar peki. El Nusra mı IŞİD mı?
-Başta Cebetül Nusra’ydı. Sonra bunlar ABD tarafından terör listesine konuldu. Şimdi Ahrar Al Şam çıktı. Bunların hepsi aynı şey, hepsi Selefi ama başka örgütler. Türkiye bu sefer Ahrar Al Şam’ı desteklemeye başladı, bunlar Özgür Suriye Ordusu diye...
***
-Muhalefetin iddia ettiği gibi son haftalarda Suriye’ye geçmek üzereyken durdurulan Türk TIR’larının içinde gerçekten silah mı var?
-İki çeşit silahtan bahsedebiliriz. Şimdiye kadar Türkiye silah yolu oldu. Mesela Katar’ın gönderdiği silahlar Türkiye üzerinden geliyor. Bir de Türkiye’nin kendisinin gönderdiği silahlar var.
-Eğer varsa, bunlar kime gidiyor?
-Türkiye, Özgür Suriye Ordusu’na gönderdiğini düşünüyor.
-Yok öyle değil. Hükümet o TIR’larla Suriye’deki Türkmenlere insani yardım gönderdiğini söylüyor.
-(Gülüyor) E, Türkmenler bizimle, YPG’nin içinde yer alıyorlar. Bunlara bir şey gelmiş değil. Geçenlerde bazıları, ‘Biz kandırıldık’ dediler.
-Velev ki hükümetin dediği gibi insani yardım vardı o TIR’ların içinde. Sadece Türkmenlere gitmesi tuhaf değil mi, eğer bütün bu gruplar birlikte yaşıyorsa?
-Tuhaf bir söylemdir gerçekten. Sanıyorum Türk kamuoyunu kandırıp, sempati kazanmak için söylediler. Milli davamız, şudur budur. E, Kürtler de senin milli davan olsun, niye olmasın ki? Ki biz zaten Türkmenlerle beraberiz.
***
-Türkiye savaşın bir parçası mı?
-Tabii, ister istemez böyledir. Kendi askerleriyle gitmiyor ama bu gruplar oradan geliyor. Yollarını açıyor, silahlarını veriyor. Katar, ‘Suriye için 3 milyar dolar gönderdim’ diyor. Türkiye bundan ne kadar faydalanmıştır? En azından silah satışından ne kadar almıştır? Türkiye’nin 8 yıl süren İran-Irak savaşı sırasında iki tarafa da ne kadar silah sattığı biliniyor. Belki de Türkiye o dönemde ekonomik krizden çıkışını o savaşa borçlu.
-Başbakan geçen hafta Brüksel’e giderken yaptığı açıklamalar sırasında, ‘Biz orada El Nusra ile PYD ile mücadele ediyoruz’ dedi. Aynı kategoride saydı.
-Kendini korumak için bir dolu sorunlu söyleme başvuruyor. Mesela bir de ‘El Kaide’yi rejim yarattı’ diyor. Bu adamlar (El Kaide) kendileri Türkiye’den geldiklerini, orada eğitim aldıklarını söylüyor.
-Nerede eğitim görüyorlarmış?
-Sanırım Bolu Dağları tarafında. Bir de bu Sarıkamış kampları falan var. Bunu oradan gelip savaşanlar söylüyor, ben söylemiyorum.
-PKK’nın kardeş örgütüyseniz, PKK’nın lideriyle barışı konuşan bir devlet size niye şüpheli baksın?
-Biz de bunu anlamıyoruz. (İki kez yaptığı resmi Türkiye ziyaretini kasıt ederek) Görüşmede bize böyle bakmadıklarını söylediler. Kardeş gibi bakıyoruz dediler. Kardeş gibi güven vermeseler yoksa ben niye oraya gideceğim?
***
Ben de RTE, AD, ayrıca Hükümet ve AKP içindeki çanak yalayıcılarına sesleniyorum:
Hem vatan haini, hem dış mihrak, hem haddini bilmeyen, hem de nankör Salih Müslim Muhammed acele PYD’nin liderliği görevinden alınmalı, güzel havalar nedeni ile 1946 yılında istifa ettiği ve halen kadrosu münhal bulunan Orhan Veli’nin “Evkaftaki memuriyetine” sürülmelidir. (Bkz: “Güzel Havalar” şiiri)
Dr. Cüneyt Ülsever/Yurt
http://www.odatv.com/n.php?n=hem-vatan-haini-hem-dis-mihrak-hem-haddini-bilmeyen-hem-de-nankor-2801141200
Ancak Yeni Şafak’ın sözde anti-emperyalist sicili bu çalışmayı karikatüre dönüştürüyor. Zira ABD’nin Irak’a saldırmasına reel politik diyerek destek veren fakat ABD çekilmek zorunda kalınca Amerikan karşıtı saflara göz kırpan bir yayın organı Erdoğan’ı nasıl makyajlayabilir ki!
Üstelik Erdoğan’ın sicili ve resmi BOP eş başkanlığı 9 sütuna manşet ağırlığında ortada duruyorken...
Erdoğan’ı keşfeden CIA’cı büyükelçi
Ancak Yeni Şafak yine de çaresizlikten bu senaryoyu uygulamaya çalışıyor. Dahası öyle çaresiz ki, “Obama iyi, çevresi Erdoğan’a düşman” özetli ciddiyetsiz yayınlara bile imza atabiliyor!
Hedef aldığı bu “kötü çevrelerin” başında ise ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi Morton Abramowitz geliyor.
Ancak uyaralım: Abramowtiz herhangi bir büyükelçi değil! Ona “Erdoğan’a sahne veren” adam da diyebiliriz, AKP’nin 1 numaralı kurucusu da...
Abramowitz, Erdoğan daha Refah Partisi Beyoğlu İlçe Başkanı’yken, 1994 yılında, onu keşfeden (!) kişidir.
Bu keşif operasyonundan hemen sonra Erdoğan ilk kez ABD’ye gider, okyanus ötesiyle tanışır! 17 - 21 Nisan 1995 tarihlerindeki bu siftahı, 17 - 22 Kasım 1996 ve bir ay sonra da 20 - 23 Aralık 1996 tarihli ziyaretler izler!
Erdoğan’a belediyede ABD diploması
Abramowtz’in iki yıl stajyerliğini yapan Erdoğan’ın önü bu üç ABD ziyaretiyle birlikte artık açılmıştır!
Abramowitz öğrencisine diplomasını 15 Ekim 1996’da İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı olarak onu ziyaret ettiği gün verir. Bu özel diploma töreninin(!) ayrıntıları basınla paylaşılmaz. Ancak profesyonellerce belirlenmiş şu birer cümle edilir:
Erdoğan Abramowitz’in ziyaretini “sıcak ve olumlu bir mesaj getirdi” diyerek özetler. Morton Abramowitz’in ise Erdoğan’a şöyle dediği basına yansıtılmıştır bir tek: “Siz İstanbul’u yönetip yıldızınızı parlatabildiğinize göre Türkiye için de çok şey yapabilirsiniz.”
Bu diploma töreninden bir ay ve iki ay sonra yapılan iki ayrı ABD ziyareti, Erdoğan’ı Erbakan’dan koparma ziyareti olmuştur aynı zamanda.
Nitekim İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek, CIA’nın yan kuruluşu olan RAND’ın raporlarına dayanarak ABD’nin Erdoğan’ı başbakanlığa, Gül’ü de dışişleri bakanlığına hazırladığını açıklamıştır daha o tarihte...
Yenilikçi hareketin ABD’li mimarları
Abramowitz öğrencisini hazırlarken ve onu Erbakan’dan koparırken, takımından Alan Makovsky ve Ian Lesser de, 18 Temmuz 1996’da Washington Enstitüsü’nde izleyecekleri yolu ilan ediyordu:
“İkincisi strateji ise Erbakan’ın etrafındaki yaşlı kadro ile ilgili. Başbakanın etrafındaki bu yaşlı kadroya rağmen partide çok kabiliyetli gençler de bulunuyor. Bunların vasıtasıyla partide bir yenilikçi hareket başlatacağız!”
Sonrasını hep birlikte yaşadık: Erdoğan Erbakan’ı terk etti. Gül ve Arınç’la birlikte Milli Görüş’ü böldü. Yahudi Cesaret madalyaları alarak önce Başbakan ardından da BOP Eş Başkanı oldu. Sonra ABD’nin Irak’a saldırısına destek verdi. Müslüman katleden Conilerin sağlığına duacı oldu. NATO’nun Libya operasyonlarına katıldı. Komşu Suriye’ye düşmanlık yaptı, El Kaide’lere sınırı açtı...
Kısacası Erdoğan’dan değil Nasır çıkarmak, altını çizerek vurguluyorum, Menderes bile çıkaramazsınız!
Mehmet Ali Güller
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/akp-kurucusu-morton-abramowitz-makale,2031.html
“Haliç’te Yaşayan Simonlar-Dün Devlet Bugün Bugün Cemaat” kitabını yazdıktan sonra hayatı cehenneme çevrilen emekli Emniyet Müdürü Hanefi Avcı, “MİT ve Genelkurmay imamlarının ismini Savcıya verdiğini” açıkladı.
Sabah Gazetesi iki gündür Silivri’deki Avcı’yla yapılan röportajı yayınlıyor. Röportajın bugünkü bölümünde Avcı’ya, “Mehmet Ali Şahin paralel yapının Yargıtay imamıyla ilgili bir iddia ortaya attı ve konuyla ilgili hukuki işlem başladı. Görev yaptığınız dönemde Yargıtay imamının kim olduğuna ilişkin her hangi bir bilgiye rastladınız mı?” sorusu yöneltiliyor. Avcı da şu cevabı veriyor:
“Yargıtay imamının kim olduğunu bilmiyorum. Ancak Yargıtay'a bakan imam Yargıtay'ın içinden değildir. Kurumlara bakan imamlar kurum dışından seçiliyor. Emniyet ve yargıdan farklı değil. Sızan belgeler, durdurulan TIR'lar... Paralel yapının bu kurumlara bakan imamları da var. MİT ve Genelkurmay imamlarının ismini savcıya verdim. Bu imamlar da tıpkı Yargıtay imamı gibi kurum içinden değil kurum dışından."
Evet Avcı kitabı yayınlandıktan ve tutuklanmadan kısa bir süre önce Ankara Cumhuriyet Savcılığı’na uzun bir ifade verdi. Bu ifadesinde de sadece MİT ve Genelkurmay değil, birçok kurumdaki “imamın” ismini söyledi. Avcı’nın ifadesinde tam 9 isim vardı.
Avcı, Savcılığın bu ifadeyi dikkate alıp, soruşturma açacağı düşüncesiyle verdiği bilgileri hiç kimseyle paylaşmadı, o isimleri hiç kimseye açıklamadı. Gözaltına alınmadan bir gün önce 27 Eylül 2010’da da Genelkurmay Savcılığı'na giderek, aynı konuda ifade verdi.
28 Eylül’de Avcı’yla randevumuz vardı ve ben bir kez daha bu isimleri öğrenmeye çalışacaktım. Belki tesadüf, belki değil o gün kendisi değil, “Gözaltına alındım, gelemiyorum” telefonu geldi.
İMAMLARIN ÇOĞU DEĞİŞTİ
Hanefi Avcı’nın Savcıya verdiği isimlerin çoğunun görevlerinin “deşifre” olduğu için değiştirildiği, yani o listenin bugün itibarıyla hükümsüz kaldığı söyleniyor.
Biz yine de Avcı’nın 2010’da, “Cemaatin önemli kuruluşlarını yöneten imamları oldukları yolunda bilgi alınan kişiler” başlığı altında sıraladığı isimleri ve görev alanlarını açıklayalım. Avcı ifadesinde, bu isimlerden bazılarını T.C. numarasına, mesleğine kadar anlatırken, kimini de tarif etti. İşte Avcı’nın o listesi:
O.H.Ö. : Emniyet Genel Müdürlüğü’nden sorumlu.
M. K. : MİT’ten sorumlu.
H. Ö. : TSK’dan sorumlu.
D. K. : Adliye ve hukuk camiasından sorumlu.
İ. İ. : Milletvekilleri ve parlamentodan sorumlu.
M. K. : İstanbul polisinden sorumlu.
S.U. : İstanbul’daki tüm memurlardan sorumlu.
A. Ç. : İstanbul’daki tüm memurlardan sorumlu S.U.’nun verdiği direktifleri savcı ve emniyete, bunların taleplerini de S.U.’ya ulaştırmakla görevli.
C. İ. : Ankara polisinden sorumlu.
Adı geçen bu kişilerin tümünün Avcı’nın belirttiği gibi, sözkonusu kurumların içinden değil, dışından olduğunu da kaydedip, soralım:
“Acaba o tarihte Avcı’nın bu iddiaları soruşturulsa işler böylesine çığırından çıkar mıydı?”
Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser Yıldız
http://www.odatv.com/n.php?n=iste-avcinin-9-kisilik-imam-listesi-mitten-tskya-meclisten-memurlara-isim-isim-kurum-kurum-2701141200
Ulusal Kanal dahil, televizyonları
açıyorsunuz. Önce Tayyip Erdoğan çıkıyor, ana muhalefet partisine
“Hırsızlık dosyanızı açacağım” diyor.
Arkasından Kılıçdaroğlu geliyor sahneye, “Hırsız sensin” diyor.
Sayın Hırsız, Sayın Hain!
Her ikisi de çok nazik, birbirlerine “Sayın” diye hitap ediyorlar. Başbakan da sayın, ana muhalefet lideri de sayın!
Devlet Bahçeli’nin de hakkını yememek gerekir. Bu nazik diyaloglara katkısı benzersizdir.
Birbirlerine hem hırsız, hem sayın diyorlar. Kimi zaman da hem hain, hem sayın diye sesleniyorlar.
“Sayın Hırsız”
“Sayın Hain”
gibi bir kimlik ortaya çıkıyor.
Bataklıkta çözüm yok!
CHP’nin eski Grup Başkanvekillerinden Ali
Nejat Ölçen ağabeyimizin “çene yarışı” dediği bu atışmalarda, Türkiye
adına herhangi bir çözüme rastlanamıyor.
Türkiye çok derin bir krize saplanırken,
Türkiye’yi batağa sürükleyen rejimin liderleri, topluma kötü örnek
oluşturan laflar ve görüntülerle karamsar bir manzara veriyorlar.
Hırsızlar rejiminin liderlerinin
birbirlerine hırsız diye iltifatta bulunmak dışında bir çözümleri
yoktur. Çünkü çamura batan, rejimin kendisidir. Bu çamurun içinde
herhangi bir çözüm aramak, bugün en zavallı tavırdır.
Bataklıkta verimlilik olmaz
Evet, Türkiye’de yürürlükte olan rejim
bir hırsızlık rejimidir; kibarcası rant sistemidir. Burada rant,
girişimcinin kârı değil, kapitalizm açısından da yasadışı olan servet
transferleridir. Ortaçağ kalıntısı cemaat ve tarikat rantları da buna
dahildir.
O nedenle bu düzene Mafya-Tarikat rejimi adını veriyoruz. Emperyalizm aşamasının çürüme dönemidir.
Kâr sisteminin akılcılığı sermayenin
piyasada verimliliğe göre hareket ettiği iddiasına dayanıyordu.
Hırsızlar Rejiminde, kaynaklara yön veren etken, verimlilik değildir. Bu
nedenle sistem, kendi mantığını yitirmiştir ve çamura batmıştır.
Sanayici ve tüccar da bu rejimin karşısında olmak zorundadır.
İktidar yolu: Ricciardone’nin ayağına gitmek
Bu batak, Atlantik batağıdır. Rejimin ağası, küresel mafyadır. “Yeni Ortaçağ” deniyor, çok yerinde.
Sayın liderlerin ortak özelliği, Atlantik sistemine bağlılıktır.
Aralarındaki inanca göre, iktidarın kaynağı millet değil, Okyanus Ötesinden alınacak fermandır.
İktidar yolu, ABD büyükelçilerinin
ayağına gitmektir. Parmakla çağırılırlar, koşa koşa giderler. Hepsi bu
deneyimden geçmiştir ve geçmektedir.
Bu liderler, bu partiler, Türkiye’yi
Ricciardone’nin fermanlarına mahkûm etmişlerdir. PKK/BDP de onlarla
birlikte bu rejimin partisidir ve Güneydoğu belediyelerinin
çürümüşlüğünü kendileri itiraf ediyorlar.
Nöbetleşe Fethullahçılık
Aralarındaki hırsız kavgası, “rejimin bekası” söz konusu olunca derhal kader birliğine dönüşür.
Hepsi “Darbeciler temizlensin” diyerek,
Kemalist Devrimin yıkımına ortak oldular. Bu karanlık mafya rejimini
başka türlü kuramazlardı.
Hepsi nöbetleşe Fethullah Gülen’in koluna
girmişlerdir. Hırsızlar Rejiminin Tunç Kanunudur bu. Cemaat ve tarikat
şeyhleriyle iktidar ortaklığı, sistem partilerinin yasasıdır.
Hepsi, ABD’nin Kuzey Irak’ta İkinci İsrail’i kurmasına hizmet etmişlerdir.
Hepsi, Suriye’de Esat’a karşı ABD’nin yanındadırlar. Suriye’nin istiklal savaşına dil uzatma yarışındadırlar.
Hepsi Mısır’da İhvan’ı Müslimin’in destekçisi olmuş, Libya’da NATO harekâtına alkış tutmuşlardır.
Bataktan kurtarmak için elimizi uzattık
Arslanlı Yol, Hırsızlar Rejiminden
kurtuluş yoludur. Biz İşçi Partisi olarak, elimizi CHP ve MHP’ye
uzattık, onları Hırsızlar Rejiminin batağından çekip çıkarmak istedik.
CHP ve MHP’yi Arslanlı Yol’da Atatürk’te birleşmeye çağırdık. Bir Milli
Hükümet kurarak Kemalist Devrimi tamamlama görevini onlarla paylaşmak
istedik. Bu çağrımız doğruydu. Çünkü CHP ve MHP tabanı, hatta AKP’ye oy
verenlerin çoğu, bu ülkenin Atlantik’te boğulmasına direnecektir. Oy
verdikleri liderlerin bu rejime bağlılıklarını kendi tecrübeleriyle
görmeleri gerekiyor. Göreceksiniz yakın gelecekte bu kitle Arslanlı
Yol’da birleşecektir.
Bir hırsız gitsin öbür hırsız gelsin mi?
Yolsuzluğa karşı mücadele, rejimin
sınırları içindeki mücadeledir. Elbette yolsuzluğa karşı mücadele
edeceğiz. Ama bileceğiz ki, hırsızlık her sömürü sisteminde yasadışıdır.
Başka deyişle hırsızlıkla mücadele, rejimi temizlemektir, rejimden
kurtulmak değil.
Yolsuzluğa karşı mücadele, “sistemi temizleme” gibi bir hayalle toplumu kandırmanın sınırları içinde kalır.
ABD’ye dokunan siyaset
ABD güdümlü Gladyo, mafya ve cemaatçiliğe
karşı mücadele ise, devrimci olmak zorundadır. O zaman sistem içi
seçeneklerin kapanından çıkarız, devrimci çözümlere yöneliriz.
Bugün aramızdaki taktik konulu tartışma, aslında devrim tartışmasıdır.
Dikkat buyurunuz, yolsuzlukla mücadelenin
ucu, ABD’ye dokunmuyor. Hırsızlıkla mücadele, sistemi sorgulamıyor.
Hatta Atlantik patronları, bu kampanyanın arkasındadır. ABD için fark
etmez, bir hırsız gider diğer hırsız gelir. Gelen hırsız Ricciardone’nin
sofrasından pay almaktadır nasıl olsa.
Ama mafya-Gladyo ve cemaatçiliğe karşı
mücadele, ABD emperyalizmini hedef alıyor. ABD, hırsızları
değiştirebilir ama toplum içinde 70 yıldır ördüğü cemaat-tarikat ağından
vazgeçemez.
Abramowitz’in çocuğu ve Ricciardone’nin çocuğu
ABD’nin seçenekleri ile halkın seçenekleri bir değildir.
ABD’ye göre, Abramowitz’in çocuğu gider, Ricciardone’nin çocuğu gelir.
Halkın özgürleşmesi ve zenginleşmesi ise, Gladyo-Mafya-Tarikat rejiminin yıkılmasına bağlıdır.
O nedenle halkın iktidar mücadelesi, AKP’den kurtulmakla sınırlanamaz.
Halkın iktidar sloganı
Halkın iktidar sloganı şudur:
AKP’den kurtulmak ve Milli Hükümeti kurmak.
Tek başına “AKP’den kurtulmak” derseniz, Ricciardone’nin diğer seçeneğinin kuyruğunda bulursunuz kendinizi.
O nedenle Milli Hükümet amacı, halk için biricik devrimci çözümdür.
Arslanlı Yol’da Milli Hükümete ilerlemek
İşte bu koşullarda Levent Kırca, Ümit Zileli gibi adaylar, Arslanlı Yol’da Milli Hükümete ilerleme seçeneğinin temsilcileridir.
Onların yüzlerine bakın, hayatlarını
inceleyin, birikim ve yeteneklerine bakın, halka sadakat ve
cesaretlerini ölçün, alavere dalavere bilirler mi, bunlara bakın.
Yerel seçimi tek başına ele almak, bizi bataklıktan kurtarmaz.
Oylarımızı Milli Hükümet hedefine göre belirlemeliyiz.
Oylarımız, Arslanlı Yol’daki yürüyüşe güç vermelidir.
Yerel seçim, Cumhurbaşkanlığı ve Meclis seçimi için bir basamak oluşturmalıdır.
Bu seçimde İşçi Partisi’ne verecek oylar, CHP, MHP, AKP ve BDP tabanındaki halkı uyandıracak oylardır.
Bu seçim, Milli Hükümet için kuvvet biriktirme ve rüzgâr yaratma seçimidir.
2. Cenevre Konferansı nedeniyle değinemediğimiz bir konuyu işleyeceğiz bu Pazar;
Öcalan’ın Erdoğan’ı kurtarmasını!Gelin önce konuyu anımsayalım.
Birkaç gün önce, Can Dündar’ın “Canlı Gaste” programında, BDP heyetinin Öcalan’la yaptığı son görüşmenin detayları yer aldı. Buna göre Öcalan kendisini ziyarete gelen heyete şunları söylemişti:
“Başbakan seçimlerde beni idam etmekten bahsediyordu ancak ben Gezi olaylarında kendisini kurtardım. Sağduyulu davranmasaydık Başbakan’ı götüreceklerdi. 17 Aralık darbesine de karşı duracağız. Tüm darbelere karşı durduk.” (Aydınlık, 22 Ocak 2014)
Fidan'ın Öcalan'dan özel isteği
Kuşkusuz şaşırmadık. Zira Öcalan’ın Haziran Halk Hareketi’ndeki o özel misyonuna hep dikkat çekmiştik. Daha ilk günden, Öcalan’ın izlediği çizginin Erdoğan’a “can simidi” amacı taşıdığını belirtmiştik.
Kısaca anımsatmak gerekirse…
27 Mayıs’ta Gezi Parkı’nda başlayan çevre eylemi, 31 Mayıs’ta siyasal bir eyleme ve 1 Haziran’da da ayaklanmaya dönüştü.
O gün parti tabanına seslenen BDP Grup Başkan Vekili İdris Baluken, parti olarak eylemlerde yer almayacaklarını ilan etti. Öyle ki, Başbakan Vekili olan Bülent Arınç, kendisine canlı yayında teşekkür etti.
Eylemler kitleselleşip de tüm yurt çapına yayılınca, devreye MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın özel istediğiyle Öcalan girdi. Öcalan Gezi eylemlerinde yer almayan PKK ve BDP’den, “Taksim’i ulusalcılara bırakmamasını” istedi. Bu mesajla birlikte ellerinde Apo posterleri taşıyan 300 kadar PKK’li Taksim’de eylemlere katılmaya başladı.
Diyarbakır’daki eylemlere katılmayan fakat Taksim’de bayrak gösteren PKK’nin amacı ortadaydı. Nitekim o amacın bir parçası olarak Erdoğan sahne aldı ve hemen her kürsünden Taksim’deki Türk bayraklı kitleye seslendi. “Bölücü örgüt bayrağıyla Türk bayrağını nasıl yan yana getirirsiniz” gibi laflarla halkı PKK ile korkutup alandan soğutmaya çalıştı.
Ancak Erdoğan-Öcalan ortaklığındaki bu özel çalışma bir işe yaramadı hatta ters etki yaratıp Kürt kökenli yurttaşlarımızın tepkisini bile çekti…
MİT'in rolü ve Öcalan'ın işlevi
Aslında Öcalan’ın Erdoğan’a kalkan olan çizgisi Kürt çevreleri açısından bir sürpriz taşımıyordu ve zaten sessiz tepkiler de alıyordu…
Çünkü Öcalan’ın 7 Şubat’ı bir darbe diye değerlendirmesi ve BDP heyetine açıkça “Hakan Fidan Bey’i yalnız bırakmamak gerekir” demesi, tarihi MİT-Öcalan ilişkisini yeniden gündeme getirmişti.
Öte yandan Öcalan’ın Hakan Fidan’la “sözlü ve yazılı iletişime geçtikten sonra yeniden bir kanal açıldığını” söylemesi, Erdoğan’a içeriği hâlâ açıklanmayan bir mektup yazmış olması gibi olgular, Kürt çevrelerinde oluşan soru işaretlerini hep büyüttü.
Son olarak Öcalan’ın Paris cinayetini de eldeki MİT-Ömer Güney ilişkisi belgelerine rağmen ısrarla “7 Şubat darbesinin devamı” diye yorumlaması, PKK içinde bile bir güven sorunu yaratmaya başladı.
Çatlama işaretleri var
Bu tablo Erdoğan sıkıştıkça daha da belirginleşecek ve Öcalan’ın Başbakan ve MİT Müsteşarına stepne olması ile AKP ve PKK’nin CIA gözetiminde sürdürdüğü işbirliği daha da netleşecek.
Bakalım Kürt çevreleri, Öcalan’ın bu ilişki biçimine katlanmayı sürdürecek mi?
Kürt haber sitelerinde yavaş yavaş ortaya çıkan rahatsızlıklar, şimdiden bir çatlamaya işaret ediyor.
Mehmet Ali Güller
http://www.ulusalkanal.com.tr/gundem/ocalan-erdogani-nasil-kurtardi-makale,2030.html
2. Cenevre Konferansı'nın ilk gün toplantıları önemli bir gerçeği resmetti: Suriye'deki acı tablonun en önemli sorumlusu Erdoğan'dır!
Evet, Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim tüm dünyanın önünde, onlarca ülkenin dışişleri bakanının karşısında aynen böyle söyledi ve üç yıllık tabloyu şu sözlerle özetledi: "Erdoğan olmasaydı bunların hiçbirisi olmazdı."
Sihir sihirbaz oldu
Emperyalizme karşı vatanını savunma haklılığı ve kararlılığıyla konuşan Velid Muallim, önce salonda bulunan muhalif temsilcileri vatana ihanetle suçladı. Ardından da başta Erdoğan olmak üzere bazı ülke yöneticilerini suçladı.
Erdoğan'ı isim vererek açıkça teröristlere destek vermekle suçlayan Muallim, şu önemli benzetmeyi yaptı: "Sihrin bir gün sihirbaza döneceğini bilmiyorlardı."
Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim'in tarihe kayıt düşen şu sözlerini biz de Ufuk Ötesi'ne kayıt ediyoruz ve dikkatinize sunuyoruz:
"Eğer komşumuz, ihtiyacımız olduğunda yanımızda olsaydı, size anlattıklarım, Suriye'de olanlar aslında hiç yaşanmazdı. Ama Suriye'nin komşuları ya bizi sırtımızdan bıçakladı, ya da zayıf ve sessiz kaldılar. Suriye'yi yok etmek için uzun yıllardır yapılan planları uygulama emri aldılar. Erdoğan hükümeti olmasa bunların hiçbiri yaşanmazdı. Bu hükümet, kendi topraklarında teröristleri barındırıyor. Onlara, Suriye'ye karşı kullanacakları silah, eğitim veriyor. Ama besledikleri bu teröristlerin bugün kendilerini hedef aldıklarını görüyorlar."
Davutoğlu barış değil savaş istiyor
Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim'in sözleri, üzerine bir şey söylenemeyecek ağırlıktaydı...
Bu sözler karşısında Ahmet Davutoğlu'nun nasıl bir savunma yaptığına değinmeyeceğiz. Zira savunulacak bir durum yok. Aynı zamanda terörist grupların koordinatörü de olan Davutoğlu bu nedenle sözde "işkence fotoğraflarına" sarıldı konuşmasında...
Sırf bu konuşma bile, o fotoğrafların amacını göstermeye yetiyor!
Davutoğlu "biz kimin terörist olduğunu biliyoruz" gibi en ufak bir ciddiyeti olmayan argümanlarla masada barışı değil savaşı, çözümü değil iç savaşın sürmesini savundu!
TIR'ları teröre destek kanıtı
Erdoğan artık sadece Türk halkı ve Şam yönetimi nezdinde değil, bölge nezdinde de Suriye'deki tablonun sorumlusudur!
Özellikle yakalanan ve içinden askeri mühimmat çıkan TIR'ların durumu, artık bu gerçeği dünyanın gözleri önüne getirmiştir.
AKP'nin "TIR'larda yardım malzemesi var" açıklaması kendi tabanını bile ikna edememektedir. Çünkü soru açıktır: Madem yardım malzemesi var, TIR'lar neden MİT'in? Neden Kızılay'ın değil!
Kaldı ki AKP'li milletvekili Ali Şahin'in şu sözleri, dolaylı suç itirafı olmuş ve not edilmiştir: "Ha TIR durdurmuşsunuz ha cepheye cephane taşıyan Nene Hatun'u durdurmuşsunuz."
Ve Erdoğan'ın "Savcı benim iznim olmadan TIR'a müdahale edemez" sözleri de suçun bir başka kanıtı olmuştur!
Erdoğan'dan kurtulmak
Uzatmayalım...
TIR'lar, montaja hazır roket parçaları, tank mermileri, terörist gruplara verilen her türlü lojistik destek, muhaliflere sağlanan imkanlar, sınırları terörist grupların geçişine açmak...
Tüm bu deliller dün Cenevre'de Erdoğan'ı Suriye'deki tablonun sorumlusu yaptı. Ama daha önemlisi, yarın Uluslararası Ceza Mahkemesi'nin konusu olacağıdır.
Zira Erdoğan uygulamalarıyla uzunca bir süredir bölgenin güvenlik sorunu haline gelmiştir ve sadece Suriye'de değil, Irak'ta, İran'da ve Mısır'da da "istenmeyen komşu" pozisyonundadır.
Türkiye kritik seçimli sürece bu gerçeği göz önünde bulundurarak girmelidir!
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/mehmet-ali-gueller/32188-mehmet-ali-guller-esad-degil-erdogan-yargilaniyor.html
Türkiye çapında yapılacak bir yerel
seçime giderken, CHP örgütlerinin ve CHP’ye umut bağlamış kitlenin bir
iktidar susamışlığı içinde olduğunu biliyoruz.
Cumhuriyetçi, bağımsızlıkçı, laik ve
ezici çoğunluğu çalışan insanlardan oluşan bu kitle, son 12 yılda,
Cumhuriyet’in devlet ve toplum yaşamındaki bütün kurum ve ilişkilerinin
yok edilmesi saldırısını yaşadı. Saldırı ve yok etme eylemi iktidar
mevzilerinden yapıldığı için özellikle yıkıcı olmuş ve büyük mesafeler
kat etmiştir. Bu nedenle Cumhuriyete sahip çıkan bu geniş kitle için
bugün iktidar sorunu, Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde bugünkü
kadar kilit sorun olmamıştır. Cumhuriyetçi kitledeki iktidar
susamışlığının, elbette genel sınıf mücadelesi teorisi içinde
açıklanacak başka nedenleri de var, ama bugünkü temel nedenini bu
gerçeklik oluşturmaktadır.
İktidar susamışlığı, bu kitlede, AKP’yi
iktidardan uzaklaştırma mücadelesi bakımından büyük bir dinamizm
yaratmaktadır. Bu yanıyla bir avantaj oluşturmaktadır. Fakat sistemin,
AKP muhalifi olup da bugünkü Mafya-Gladyo sisteminden kopmak istemeyen
güçleri, bu dinamizm etkenini, bu kitleye “AKP’den kurtulma”ya ilişkin
bir uğursuz planı kabul ettirmede tuzak olarak kullanmaya
kalkışmaktadır.
‘Ricciardone-Fethullah yolu’ kimin yolu?
İktidar susamışlığı içindeki Cumhuriyetçi
kitlenin beklentisinin, AKP’ye benzeyen ya da AKP’yi taklit eden bir
iktidar olmadığı; Atatürk devrimciliği çizgisinde bir iktidar olduğu çok
açık. Bu beklenti, milletin son 20 yıl içinde serbest
piyasalı-özelleştirmeli-AB’li-ABD’li-BOP’lu-”açılım”lı-tarikatlı-cemaatlı-Fethullahlı
iktidarlar altında yaşadığı ağır ekonomik, sosyal, kültürel
kayıplardan, ülke ve millet olarak karşılaşılan bölünme, içsavaş,
komşularla savaş gibi büyük tehlikelerden sonra, özellikle bugün çok
daha güçlü ve daha nettir.
Ama gelin görün ki, son 20 yıl içindeki
CHP’nin yönetimleri, tabanda gelişen ve yükselen bu eğilim ve
beklentinin tersine bir çizgide şekillendi ve tersine bir çizgide
ilerledi. Tabanla tavan arasındaki çelişme, aynı zamanda, CHP içindeki
son yılların bitmeyen sancı ve çalkantılarının da temel nedenlerinden
biridir.
“Ricciardone-Fethullah ipine tutunarak
iktidar olma” yolu, 2012 yılı 19 Mayıs’ından beri dalga dalga büyüyen ve
Haziran 2013 direnişi ile 10 Kasım 2013’de milyonlar düzeyine ulaşan
Cumhuriyetçi kitleye güvensizliktir. Yatağan ve Zonguldak’tan Ankara’nın
(iktidarın) fethi talebiyle ve kararlığıyla yola çıkan emekçilere
güvensizliktir.
Bu yolu savunanlar, AKP’yi iktidar
koltuğundan indirmeye ayağa kalkan bu milyonların gücünün yetmeyeceğini,
bu nedenle de AKP’yi iktidara getiren asıl güçler olan ABD ve Fethullah
takımının desteğinin alınması gerektiğini savunuyorlar. ABD ve onun iç
operasyon aleti Fethullah takımının “AKP’nin kötü olduğuna” ve
kendilerinin ise onlar için “daha hayırlı” olduğuna ikna edilebileceğini
savunuyorlar. Bu amaçla ABD ve onun kollarında yaşayan Fethullah
takımına gülücükler dağıtıyorlar. AKP’yi devirmek ve iktidara gelmek
için, ABD ve Fethullah ile kol kola girmenin, onlarla açıktan ittifak
yapmanın zorunlu olduğunu söylüyorlar.
Oysa ABD ve onunu kollarındaki Fethullah
takımı, Cumhuriyet, Atatürk ve emekçi düşmanlığının babalarıdırlar. AKP
eliyle kurulan komploların, mafya yöntemlerinin, yobazlığın, rüşvet ve
yolsuzluğun zirve yaptığı bugünkü sistemin asıl sahipleri ve
yaratıcılarıdırlar.
Hemen belirtelim ki, bu yol, hem halk düşmanı bir yoldur, hem de çıkmazdır. Bu yazıda bunu anlatmaya çalışacağız.
Ama önce CHP bu çizgiye nasıl (hangi yöntemlerle) ve kimlerin eliyle getirildi, kısaca onu hatırlayalım.
Kaset darbesiyle liderliği taşınan liberal ekip
Deniz Baykal operasyonu, CHP yönetimini
tamamen küreselleşme programına ve özel olarak BOP Eşbaşkanlığı rejimine
göre düzenlemeye dönük bir darbeydi. Darbe bir tertiple dışarıdan
düzenlenmişti. “Şimdilik” çok mahrem bir kişisel zaafın teşhirinden
ibaret olan tertibin arkasında büyük bir tehdidin de olduğu, “okumasını
bilenler” için açıktı. Gerektiğinde bir suikasta başvurmayı da içeren
tehdidin büyüklüğünü hisseden Baykal, tehdidi boşa çıkaracak ve onu
göğüsleyecek bir direniş gösteremedi. F tipi gladyo güçleri kullanılarak
yapılan tehdidin arkasındaki gücün ABD olduğunu anlayarak kenara
çekildi.
Baykal, CHP’deki 1990 sonrası
liberalleşmenin önderliğini yapanlardandı. Ama aynı Baykal, ABD ve AB
merkezlerinden dayatılan liberalleşme programı ulusal devletin tasfiyesi
ve etnik bölünme boyutlarına gelince, küreselleşmeye direnen bir konuma
kaymaya başlamıştı. Baykal’ın F tipi gladyonun elemanları kullanılarak
gerçekleştirilen bir tertiple tasfiyesi de, bu direnme üzerine
uygulamaya kondu.
Kılıçdaroğlu ekibinin CHP’yi dönüştürme hamleleri
Baykal’ın tasfiyesi operasyonu ile
birlikte yeniden düzenlenen CHP yönetiminin, kısa sürede, ABD ve AB’nin
Türkiye’ye AKP eliyle dayattığı sömürge rejiminin “uyumlu muhalefeti”
çizgisinde bir yönetim olduğu görüldü.
Kılıçdaroğlu, başkanlık koltuğuna
oturmasının haftası dolmadan, CHP’nin artık “Yeni CHP” olacağını ilan
etti. Kılıçdaroğlu’nun kişiliğinde simgeleşen yeni yönetim, CHP’ye adım
adım, onu AKP’ye benzetmeye, AKP’leştirmeye; daha açıkçası, “BOP
Eşbaşkanlığı rejiminin ana muhalefet partisi” haline getirmeye dönük bir
çizgi dayatmaya başladı.
BOP rejimi, uygulandığı ülkeler için, bir
tek iktidar partisi ile yaşama geçirilemeyecek kadar köklü
değişiklikler içeren bir programa dayanıyordu. Örneğin 80 yıllık
Cumhuriyet geçmişi olan Türkiye’de rejimin ideolojisi artık “ılımlı
İslam” olacaktı ve bunun için, ayakta kaldığı kadarıyla var olan
Cumhuriyetin kökten tasfiyesi gerekiyordu. Ülkenin haritasının ve millet
yapısının değiştirilmesi öngörülüyordu. Devletin, bir muz cumhuriyeti
(sömürge) devletine dönüştürülmesi, küreselleşmenin doğal ve zorunlu
eğilimiydi. Bütün bunlar, bir tek AKP ve onun iktidarda olmasıyla
gerçekleştirilecek değişiklikler değildi. Bu konuda hedefe ulaşabilmek
için kesinlikle sol ve sağ muhalefet partilerinin de dönüştürülmesi, en
başta da ana muhalefet partisinin küreselleşme ve BOP programına uyumlu
hale getirilmesi gerekiyordu. CHP’de, yönetimden başlayarak uygulanan
değiştirme-dönüştürme hareketinin temelini, ABD merkezli bu programların
ihtiyaçları oluşturuyordu.
Kılıçdaroğlu ekibi yeni çizgiyi partiye
dayatmada ve engel çıkaranları etkisizleştirerek “Yeni CHP”ye uygun bir
yönetim oluşturmada, parti içi iktidar koltuğunda oturmanın sağladığı
olanakları ustaca kullandı. Düzen partilerinin hepsinde olduğu gibi
CHP’de de var olan oligarşik yönetim yapısı sayesinde, istediğini
milletvekili, belediye başkanı, il başkanı, delege yapma olanağını
kullanarak, bir yandan “aykırı sesleri” sus paylarıyla etkisizleştirdi
ya da kendine bağladı. Diğer yandan da, CHP’nin Kemalist tarihine,
geleneklerine ve programatik ilkelerine tamamen karşıt, siyasi yaşamında
bir kez bile CHP’ye oy vermemiş, bir gün bile CHP taraftarı olmamış
Amerikancı ve AB’ci liberalleri ve tarikatçıları yönetim organlarına
çekmeye başladı. “Yeni çizgi”ye karşı direnen “iflah olmaz” “aykırı
sesleri” ise dışladı. Bunlar, yeni ithal liberal akıl hocaları ile
Amerikancı holding medyasındaki “yoldaşları” tarafından, “statükocu”,
“dinozor”, “taş kafalı Kemalistler” gibi sıfatlarla sindirmeye dönük bir
bombardımana tabi tutuldu.
İktidar susamışlığına kurulan tuzak
CHP’ye umut bağlamış çağdaş Türkiye’nin
insanlarına karşı kurulmuş sözünü ettiğimiz tuzak, onlara, biricik
iktidar yolu olarak “Ricciardone-Fethullah ipine tutunma” yolunun
dayatılmasıdır.
Kemal Kılıçdaroğlu ve özel ekibi, özellikle son bir yıldır iktidara gelmenin yolu olarak CHP’ye şu çizgiye izletmektedir:
1. Yıpranması, kirlenmesi ve BOP
görevlerini yapmada etkisizleşmesi nedeniyle Tayyip Erdoğan’dan vazgeçme
ve onun seçeneği olacak “lider” arayışı sinyalleri veren ABD’ye kendini
beğendirme yarışında olanlar safında yer almak. Bu safın başlıca
aktörleri Abdullah Gül, Fethullah ve BDP/PKK’dir.
2. Tayyip Erdoğan ile koalisyon ortakları arasındaki çelişmede, koalisyonun Abdullah Gül, Fethullah tarafında yer almak.
3. İktidara, AKP iktidar blokunun esas
gücü olan Tayyip Erdoğan sonrasının hükümetinde koalisyon ortağı olmayı
“başararak” gelmek.
ABD, özellikle Ankara’daki büyükelçisi
kanalıyla Kılıçdaroğlu ve özel ekibinin bu çizgisine karşı duyarsız
kalmamış; bu çizgiden, özellikle Tayyip Erdoğan’ı kamçılama ve tehdit
etkeni olarak yararlanmıştır; bugünlerde daha çok yararlanmaktadır. Bu
amaçla gerek kendisi doğrudan, gerekse hükümette ve devlette Tayyip
Erdoğan ile güç paylaşımı savaşına giren Fethullah’ı devreye sokarak,
Kılıçdaroğlu ekibine ip uzatmaktadır. CHP’ye, bu ipe tutunarak, hayal
ettiği “Tayyip’e seçenek olacak hükümet” koalisyonunda yer bulacağı
umudunu vermektedir.
Kılıçdaroğlu ve özel ekibinin izlediği bu “hükümet olma” yoluna, kısaca, “Ricciardone-Fethullah yolu” diyoruz.
Kemalist gelenek nasıl yok edildi
CHP’nin Kemalist gelenek ve duyarlılıklarını törpülemede kısa sürede küçümsenmeyecek mesafe alındı.
-Örneğin, CHP örgütlerine, partinin en
üst yönetim organında ve milletvekili, belediye başkanı kadroları içinde
bir “Fethullah kontenjanı” olması kabul ettirildi.
-Yine partinin en üst yönetim organında,
hem de düne kadar CHP’ye ve Kemalizme karşı mücadele etmiş, aynı zamanda
ABD istihbarat kuruluşlarına bilgi taşıyan bir etnik bölücülük
temsilcisinin olmasının, Atatürk’ün partisi CHP’yi
“demokratikleştirmenin, çoğulcu yapıya kavuşturmanın ve değişik
çevrelere açmanın gereği” olduğu tezi kabul ettirildi.
-CHP içinde, bağımsızlık,
cumhuriyetçilik, laiklik, Atatürk milliyetçiliği gibi konulardaki
Kemalist duyarlılığın yok edilmesi olağanlaştırıldı. Örneğin, ABD, AB ve
NATO’ya bağlılık; ABD’nin Libya, Suriye, Mısır gibi ülkelerde
saldırdığı güçlere saldırma; Şeyh Sait, Dersim, “açılım”, bölünme
anayasası konularında AKP ile yarış içinde olma, “AKP’nin elinden
kozlarını alma” ve “partiyi büyütme” adı altında, “Yeni CHP”nin temel
siyasi ilkelerinden biri haline getirildi.
Arslan Kılıç
İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı
Uzlaşmaları bağlamında hep bir ihtiyat payı bıraktım ama artık iki
taraf için de gemiler yakılmış ve dönülmez bir yola girilmiştir.
Evet akan kan bundan sonra yine kanla yıkanacaktır.
Kavgada devlet gücünü elinde tutan Tayyip Erdoğan kuşkusuz çok avantajlı lakin F Tipi Cemaat sonuçta intihar bombacıları değil tersine bir kaç hamle sonrasını hesap eden emperyal bir çete!
Bunun anlamı F tipi örgütün kumar oynamadığı ve Tayyip Erdoğan'ı imha edecek düzeyde bir yığınağının olmasıdır.
Tayyip Erdoğan'da var olan panik bu durumu ortaya koyuyor.
Beklenen önümüzdeki haftalarda arşiv stoklarından can alıcı sızdırmaların yapılmasıdır.
Hayır bu kavganın galibi olmayacak zira hem Erdoğan'ın hem de Fetullah'ın imajı yerlere düşecektir ki bu düşüş zaten bugün itibari ile mevcuttur.
Bu kavganın ortaya çıkardığı bir hakikat da şudur:
CHP ile MHP, Tayyip'e alternatif olamazken Fethullah Gülen böyle bir şeye soyunabiliyor. Yazıklar olsun!
İŞTE TAYYİP'İN BRÜKSEL'E GİTME NEDENİ?
Tayyip Brüksel'e niye mi gitti?Sıcak para muslukları kısılmasın diye!
Oksijen çadırındaki ekonomimizi ayakta tutan sıcak para kesilirse biliniyor ki Türkiye Yunanistan gibi olacak. İşte bunun için yollara düşüldü.
Diyeceksiniz ki Avrupa Birliği ne alaka?
Çok alaka çünkü sıcak paranın gelmesi için en önemli çıpa Avrupa Birliği.
Son gelişmelerle Avrupa Birliğinde sorgulanmaya başlanan Türkiye, AB komiserliğinde bir sürprize uğramasın diye yakarmaya gitti Erdoğan!
Tayyip Erdoğan, AB ilişkiler dondu dediği saat Türkiye'nin kredi notu'nun BB'nin bile altına düşeceğini ve yabancı sermaye ya da sıcak paranın Türkiye'ye selamı sabahı keseceğinin farkında!
FERMAN YARGISI VE FENERBAHÇE
Aziz Yıldırım haklıdır. Aldığı ceza fermanlı buyruğun sonucudur zira yargımızda kararların artık fermanlarla verildiği ve Pensilvanya'dan fermanların beklendiği kanıtlıdır.
Hayır yargıdaki sulta sadece F tipi örgüt ile izah edilemez, iktidar da aynı ölçüde bu pisliğin içindedir.
Adalet Bakanlığı Müsteşarının İzmir'deki yolsuzluk soruşturması bağlamında yaptığı baskılar belgeleriyle ortadadır.
Hadise net, bu bir şike yargılaması değil futbolu ve Fenerbahçeyi fetih harekatıdır ve bunun için AKP ile F Tipi çete işbirliği yapmıştır.
Olması gereken ise tıpkı Ergenekon ve Balyoz misali derhal yeniden muhakemedir.
Bu vesile ile Tayyip ile F tipi örgüte eğilmeyen Fenerbahçe camiası ile ona omuz veren Çarşı Grubuna alkışlarımı sunuyorum.
PKK VE PERİNÇEK!
Sayın Doğu Perinçek'in Ulusal Kanal'da yeniden yayınlanan Silivri savunmalarını izlerken düşündüm.
Bugün PKK ve bölücülük bağlamında ondan daha net ve dik duran bir siyasi önder vallahi yoktur.
Hayır Doğu Bey husumet tacirliği yapmıyor, PKK'nın kimlerin maşası olduğunu somut veri ve sonuçları ile ortaya koyuyor.
Dramatik olan bu açık tavra rağmen 20 küsür sene önce yapılan o malum röportaj bahane edilerek birilerinin hala Perinçek'i PKK'ya yakın göstermek istemesidir.
Apo'nun sözleri ortada, Doğu Perinçek 1991'deki PKK-SHP seçim ittifakı sürecinde İşçi Partisine teklif edilen 7 milletvekilliğini reddetmiş.
Dahası, Öcalan'a röportaja gittiğinde ona, "ABD ve AB ile değil Türkiye ile ol" demiş.
Bu tabloya rağmen yine aynı nakarat!
Günümüzün gerçeği maalesef ne olduğun değil, nasıl sunulduğundur.
Vatanseverliklerine milyon kere kefil olacağım bütün İşçi Partililer, emperyallerin haklarında yarattıkları bu ve benzer imajları ters-yüz etmelidir zira ülkenin onlara ihtiyacı var...
BAŞKA ALLAH'A İNANANLAR!
- Benim Allah'ım hırsızlık yapmaz, onların Allah'ı haramilerin başıdır!
- Benim Allah'ım şeref ve haysiyet cellatlığı yapmaz, onların Allah'ı telefon dinler, pusu kurar, zulüm yapar.
- Benim Allah'ım tezgah kurup tertip yapmaz, onların Allah'ı komplocu başıdır.
- Benim Allahım mutlak adaletlidir, onların Allahı intikamcı ve hasis!
- Benim Allahım Suriye'de Haçlılarla yapılan Müslüman katliamını lanetler, onların Allah'ı Müslümanların bizzat katliamcısıdır.
- Benim Allahım emperyalist-siyonist ve evanjelistlere hasımdır, onların Allah'ı yoldaş!
- Ben kainatın yaratıcısı ve mutlak olan Yüce Allah'a, onlar ise kendi yarattıkları Allah'a inanırlar!
http://www.aydinlikgazete.com/yazarlar/sabahattin-onkibar/32189-sabahattin-onkibar-tayyip-fethullah-kavgasinin-sonucu-ne-olur.html
Gerçekten merak ediyorum, Hrant Dink’in ölüm
yıldönümünde Agos Gazetesi önünde topluca beyaz bere takan polisler ne
tür bir bilinçle hareket ediyor? Ne demek istiyorlar? Kendileriyle gurur
duyuyorlar mı? Hrant Dink’i öldürürken aynı bereden takan Ogün
Samast’la gurur duyuyorlar mı? İnsaniyet denen şey konusunda ne
düşünüyorlar?
Fakat konumuz bu değil...
***
Malum, ‘İmamın Ordusu’ lafı hayatımıza gazeteci Ahmet Şık tarafından sokuldu. Ne anlama geldiğini hepiniz biliyorsunuz. Ve Ahmet o laf yüzünden uzun süre hapiste kaldı.
Artık bir de ‘Hırsızın Ordusu’ kavramını kullanabiliriz. Hiçbir sakınca yok.
Zaten bunlar, orduları olmadan yapamazlar. Bulundukları yerlerde ordusuz bulunamazlar.
***
Bu ‘ordu’ meselesi üzerinde önemle durmak lazım. Zira memleketimizde silah dolu TIR’lar seyretmektedir. Bu silah dolu TIR’ların, kamyonların, Suriye’de kelle kesen ‘Cihatçı’ katillere gönderildiği öne sürülmektedir. Bu katillerin sınırdan diledikleri gibi geçip Türkiye’de ikamet ettikleri, sonra canları istedikçe Suriye’ye dönerek kelle kesmeye devam ettikleri söylenmektedir.
Bunların ülkemizde denetimsiz bir biçimde bulundurulması, ülke bütçesinden pay ayrılarak beslenmeleri ve silahlandırılmaları kimin sorumluluğundadır? Bu ‘Kelle Kesen Katiller Ordusu’ kimin ordusudur? Suriye’de barışçı bir çözüm sağlanması halinde bu ‘ordu’ya ne olacaktır?..
***
Türkiye hiç bu kadar acayip bir yer olmamıştı. Ayakkabı kutularından dolarlar çıkıyor; amiri, memuru, savcısı devlet içindeki çatışmanın tarafı olmuş, birbiriyle kapışıyor; birbiriyle enseye tokat zamanlar geçiren iki yapı şimdi birbirine tuzak kuruyor; CIA’nın uydulardan takip ettiği kamyonlar, çatışmanın bir tarafının yönlendirmesiyle durduruluyor; kamyonlardan silahlar çıkıyor; o silahların gittiği katiller ülkemizde cirit atıyor...
‘İmamın Ordusu’yla ‘Hırsızın Ordusu’ gözümüzün önünde müsamere çeviriyor...
***
Bu arada, internete özgürlük isteyen, sansüre karşı çıkan ve bunun için sadece gösteri yapmak isteyen gençler yine acımasızca gaza, toza boğuluyor...
Halkın en basit anayasal hakları bile gasp ediliyor...
***
Ülkedeki vaziyetin uzun süre böyle saçma bir halde seyretmesi mümkün değildir. Bu ülke ya sağa, ya da sola devrilecektir...
Hakan Gülseven
http://www.yurtgazetesi.com.tr/imamin-ordusu-hirsizin-ordusu-makale,6993.html